Vaya Con Dios

2 Türk, 3 Alman ve 4 Belçikalı bir araya geldiğinde ne olur? Evet, aslında genelde bir fıkra olur olsa olsa. Oysa geçtiğimiz günlerde bu ekip denizde, Kuşadasından başlayan ve Kuşadasında biten bir yelken seyrinde bir araya geldi. Bir haftalık inanılmaz bir serüven boyunca kendi adıma birçok şey öğrendim. Ama özellikle bir şey vardı ki, bilmenin ötesinde yaşama şansı buldum; denizde dayanışma.

Kuşadası Setur Marina’dan muhteşem teknemiz Vaya Con Dios’la başladı yolculuğumuz. Öncelikle kısaca Vaya Con Dios’tan bahsetmek isterim. Kaptanımız Frank’in teknesi Vaya Con Dios 2004 yapımı, 15 metre boyunda görmüş geçirmiş bir katamaran. Tam donanımlı ve gerçekten konfor kelimesinin hakkını sonuna kadar veriyor.

Doğrusunu isterseniz ben teknelerden çok da fazla anlamam, daha çok platonik bir ilişkim var hala. Okuduklarımdan mıdır, kulaktan dolma mıdır bilinmez tuhaf bir ön yargım vardı katamaranlara karşı. Hani kara insanları için ada neyse öyle, tekinsiz bir şeydi benim için.

Frank’ın verdiği uzun -ve bir o kadar örnek- tekne brifingi ile teknenin ana dili, görev dağılımı, acil durum prosedürleri gibi gerekli gereksiz her konuda fikir edindikten sonra, Cumartesi günü Kuşadası marinadan çözdük palamarı, güle oynaya ilk durağımız olan Dilek geçidinin ağzındaki St. Nikola koyuna doğru seyre koyulduk. Her ne kadar deniz hayvanı olsam da, hatta genetik koduma hatırı sayılır miktarda tuzlu su kaçmış olsa da, gerek yeteri kadar yelken deneyimim olmaması gerek tekne dilinin Almanca olarak belirlenmesi sonucu ilk başlarda biraz bozuldum doğrusu. Neredeyse ıskartaya çıkmış gibi bir hisse kapıldım. Hatta belki içten içe sıra dalışa gelince görüşürüz demiş olma ihtimalim bile söz konusu.

Pazar sabahı 06:00’da kaptanımızın teknenin kalk borusu ya da marşı olarak seçtiği Liquido grubunun Narcotic adlı parçasıyla güne neşeli bir başlangıç yaptık. Hızlı bir kahvaltıdan sonra sert bir rüzgarla koyu terk ederken bizi bekleyen sürprizden henüz haberimiz yoktu. Dilek geçidinde ilerlerken gittikçe kontrolden çıkan poyraz aslında bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi.

Kısa bir sürede güverte üzerinde duramaz hale geldiğimizde Bofor tablosu 9 şiddeti göstermeye başlamıştı. Meteoroloji bülteninin uyarısını ilk kez dinlediğimizde pek inanasımız yoktu doğrusu. Yıllar önce birkaç kez Karadeniz’de fırtınaya yakalanmışlığım vardı kendi adıma ama her seferinde ya Ankara ya da Samsun feribotunun bir yerlerinde keyfini sürerdim. Oysa şimdi her ne kadar ilk bakışta görkemli görünse de hepi topu 15 metrelik bir katamaranın güvertesinin kıç havuzluğuna arkamızdan bize doğru yükselerek gelen 3-4 metrelik dalgalardan hangisi üzerimizden geçecek diye beklemekteydik. Oysa Vaya Con Dios neredeyse 60 yıl önce Heyedahl’in Kon Tiki’sinin yaptığı gibi gelen her devasa dalgada zarifçe yükseliyor ve ardından dalganın üzerinden kayarak bir sonrakini bekliyordu. Neredeyse her dalga yaklaştığında ya Kaimiloa’sıyla Eric de Bisschop geliyordu gözümün ömüne ya da Kon Tiki’nin kulübesinden gelen dalgaları izleyen altı sakallı adam.

Dalgalara çabuk alıştık doğrusu. Fakat Güllük körfezine doğru ulu Boreas aldı başını gitti. Bir ara Frank’ın çığlığını duyduğumuzda ilk başta irkildik. Rüzgarın hızı saate 59 knot’a yani Bofor tablosunda daha önce hayal bile edemeyeceğimiz 11 şiddete ulaşmıştı.

Daha çocukluk günlerimde bana denizi sevdiren balıkçı Agani sayesinde öğrendiğim bir şey vardır ki, asla unutmadım; denizle oyun olmaz, haddini bileceksin. Ama itiraf etmeliyim ki rüzgar kontrolden çıktıkça daha bir keyfim yerine geliyordu. Yanlış anlaşılmasın, bu bir meydan okuma falan değil, aksine önünde eğilmek ve koşulsuzca denize teslim olmak aynı zamanda. Bir çeşit tansık gibi olup biten ve siz tam da ortasındasınız. Çarpan dalgaların sesi, rüzgarın uğultusu, kararmış gökyüzü, kara bulutlar, canınızı yakan yağmur damlaları… biri dümende dokuz adam, teknenin kıçında, sırtlarında can yelekleri, sıkı sıkı tutunmuş hepsi bir yerlere. Bu arada Vaya Con Dios kendi rekorunu kırıyor 13 knot hıza ulaşarak. Ardımız sıra kovalayan dalgaların yüksekliği 5 metreyi bulmuş çoktan.

Doğrusu ben denizcilik terimlerini pek bilmem, daha yeni yeni öğreniyorum. Mesela rüzgarı kaçıran yelkenin aldığı durumun ya da çıkarttığı o sesin bir adı var mıdır bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki çıkarttığı ses gerçekten korkutucuydu. Hele ki ortalıkta çılgınlar gibi savrulan iskotaları tanımlamam zor.

Uzun lafın kısası Poseidon’un haylaz oğlu Boreas’ın önüne kattığı Vaya Con Dİos Gümüşlük önlerine kadar getirdi bizi. Gümüşlük’te çapa tutmayınca pruvamız tekrar güneye, Turgut Reis D-Marin’e döndü. Akşam üstü hava kararmadan hemen önce D-Marin’e girerken Frank tabiri yerindeyse pelte gibi olmuştu.

Hani derler ya, bin nasihat, bir musibet; işte yolculuğun ilk etabını belki de en doğru anlatacak cümle buydu. Daha da önemlisi sabah hala yabancı olan dokuz adam akşamüstü kader arkadaşı olmuştu. Fırtınanın koynunda belki haftalar geçse kurulmayacak türden bir dostluk kurulmuştu aramızda. Herkes sadece kendi arkasını değil her birinin arkasını kollamakta, büyük-küçük, önemli-önemsiz denmeden her iş aynı ciddiyetle yapılmaktaydı.

Turgut Reis’te günün yorgunluğu bir Türk Hamamında atıldı. Üzerine deniz kıyısında keyifli bir akşam yemeği, biraz da rakı derken ilk önemli sınav geride kaldı.

Teknede iki dalış eğitmeniydik. İki de sertifikalı dalıcı vardı ve aslında bizim varoluş amacımız diğer beş kişiye dalış eğitimi vermekti. Fakat fırtına hepimize dalışı unutturdu. Dalışı tekrar hatırladığımızda Turgut Reis D-Marin’den ayrılıp tekrar güneye yelken bastık. Boreas sakinlemiş, hatta kolayına bir rüzgarla dostumuz olmuştu tekrar. Hüseyin burnunu döner dönmez uygun bir koy bulup demirledik. Bu kez ilk iş oturup meteoroloji uyarısını dinledik. Doğrusu duyduklarımıza inanamadık! Salı akşamüstü aldığımız uyarı Çarşamba öğlenden itibaren bu kez lodos fırtınası olarak kulaklarımızda çınladı.

Çarşamba sabahı sütliman bir denize uyandık. Hatta doğrusu –Yaşar Kemal’in kulakları çınlasın- deniz beyazken uyandık. Doğan günle kendimiz attık denize. Hava ısırıyor ama deniz suyu 25 derece. Kahvaltının ardından Frank rotayı önce Didim olarak çizdi. Poseidon’un diğer bıçkın evladı Notos bastırmadan güvenli bir sığınak bulmak üzere apar topar aldık çapayı, çalıştırdık makineleri.

Öğlene doğru Ege adalarının yarısı yoktu, havada asılı duruyordu adalar. Gökle denizin arası açılmış, adaların bir kısmı bu boşlukta eriyip gitmişti. Deniz hala sütlimandı. Fakat öğle saatlerinde meteoroloji uyarısı gayet açık ve netti. Öyle ki 8-9 şiddetinde bir hava ardımız sıra geliyordu. Güllük körfezine yaklaşırken rotamızı revize ettik ve bir an evvel Kuşadası’na varmaya karar verdik. Fakat umduğumuzdan hızlı geldi, yetişti Notos. Öğleyi biraz geçerken keyifle izlediğimiz kırçıl deniz yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Körfezin ortalarındayken beklenen oldu, lodos tüm gücüyle bindirmeye başladı. Dilek geçidine yaklaşırken 9-10 şiddet arasında gidip gelen fırtına ile rotamızı bir kez daha revize ettik ve Pythagorian’a (Samos Adası) doğru yöneldik. 4,5-5 metrelik dalgaların sırtında Samos marinaya doğru yaklaşırken belki de bir önceki fırtınanın ya da Vaya Con Dios’un verdiği güvenle olsa gerek diğer dalış eğitmeni arkadaşım Muratla ikimiz mutfağa gömülmüş akşam yemeği hazırlığındaydık. Hatta doğrusunu isterseniz –bir daha yapar mıyım bilmiyorum- patlıcan-biber kızartmakla meşguldük. Samos marinaya borda ettiğimizde mükellef bir sofrayla günün yorgunluğunu atarken ben de kendi adıma hayatımın yolculuğunun ikinci etabını tamamlıyordum.

Bir Yunan adasında mahsur kalacaksın deseler belki kızardım bile dalga geçiyorlar diye. Ama şimdi, tam da öyle olmuştu. Haylaz Notos kaldırıp bir Yunan adasına atmıştı bizi. Yıllardır isteyip, planlayıp bir türlü gitmeyi beceremediğim adalardan birinde mahsur kalmıştım ve tek yapmam gereken bu esaretin tadını çıkarmaktı.

Daha önce hiç Yunan adası görmemiş olan ben ilk hayal kırıklığımı marinanın marketinde asılı tabelayı görünce yaşadım: “have a good winter, see you next year!” Koskoca Samos adası bir bakkal dükkanı gibi kapanmıştı adeta. Nöbetçi birkaç restoran, birkaç taksi, bir tuhaf rock-bar dışında yaşam belirtisi kalmamıştı.

Bu yolculukta farkına vardığım bir şey de marinaların önemi oldu. Marina kültürü olmayan ben dahi özellikle Samos marinadan sonra Türkiye’deki marinaların değerini daha iyi kavradım doğrusu. Pırıl pırıl ve cıvıl cıvıl D-Marin’in ardından Samos Marina tam bir izbeydi. Setur Marina’dan hafızamıza kazınan ise marina hizmetleri ne denli kaliteliyse sosyal mekanların işletmecilerinin o denli kötü oluşuydu. Yan masada bayan oturuyor diye yeri değiştirilmek istenen arkadaşlarımız ya da restoranın kapalı alanında fosur fosur sigara içilmesi. Hatta “gavurdur anlamaz” mantığıyla hesap üzerinde oynamalar, kur farkından itelemeye çalışmalar… Bu zamanda insan kabul edemiyor, hatta utanıyor kendi topraklarında bunların yaşanmasına, “siz Türkler…” söyleminin her fırsatta haklı çıkmasına.

Samos’taki ikinci günümüzde rüzgar sakinleşti, deniz duruldu ve bize yine yol göründü. Samos’tan ayrıldıktan aşağı yukarı on dakika sonra arkadaşlardan biri deniz yüzeyinde bir nesne gördü. Ne olduğunu anlamak için yaklaştığımızda bir kez daha insan olmanın, denizci olmanın ne demek olduğunu bu kez çok daha derinlerde hissettim. Ne yazık ki yüzen nesne cansız bir bedendi. Kim bilir nasıl olmuşsa yüzü koyun ağır ağır sürükleniyordu. İşte bu noktadan sonra bir trajikomik süreçtir başladı.

Önce Yunan deniz polisi ile telsiz bağlantısı kurduk. Kesinlikle saçma sapan soruların ardından derdimizi anlayıp koordinatları sorduklarında ceset akıntıyla Türk karasularına geçmişti. Bu kez yine telsizle Sahil Güvenlik ile bağlantı kurmaya çalıştık ama ne mümkün. Yarım saat sonra telefon çekmeye başlayınca 158’i arayarak ancak bağlantı kurabildik kendi Sahil Güvenlik Komutanlığımızla. Durumu anlattık ve başladık beklemeye. Bir saat kadar daha geçince tekrar aradık ki daha ne yola çıkmış bir tekne var ne bir hareket. Hatta ilgililerin “burada fırtına var, çıkamıyoruz” demesine ayrıca bozulduk. Gerçi Kuşadası’na vardığımızda hala geçen fırtınanın izlerini görmek mümkündü.

İnsan ölçütü bu noktada devreye giriyor aslında. Düşünün, üçü Alman dördü Belçikalı yedi adamın hiç birisi görmezden gelmediği gibi o günün programının tamamen iptal olmasına aldırmaksızın denizin ortasında saatlerce bekledi. Dönüp arkanızı devam edebilirsiniz ve hiç kimseye bir şey açıklamak zorunda değilsiniz. Oysa hepimizin aklında tek bir düşünce vardı, her kim olursa olsun, ister Türk, ister Yunan, o cansız bedenin de mutlaka bir arayanı, soranı, bekleyeni olduğuydu.

Saatler sonra Sahil Güvenlik’e hava kararırken koordinatları ve sürüklendiği açıyı vererek yolumuza devam ederken aklımızın bir kısmını kurcalamaya devam ediyordu. Akşam Kuşadası’na yaklaşırken ilk telefon geldi Sahil Güvenlik’ten ve bulamadıklarını söylediler. Doğrusu tüm öfkemi kustum. Baştan savdıklarını, belki de oraya gitmediklerini düşündüm. Oysa bir saat kadar sonra tekrar aradıklarında cesedi bulduklarını ve aldıklarını söylediklerinde hepimiz rahatladık. Yani bir özür borçluyum Sahil Güvenlik’e ama hala anlayamadığım nokta ise nasıl olup da telsiz çağrılarımıza yanıt alamadığımız. Cep telefonumuz olmasa acil bir durumda ne yapacağız? Hele ki atlattığımız iki fırtına düşünüldüğünde, kime ve nasıl güveneceğiz ihtiyaç duyduğumuzda?

Bir hafta sonra başladığımız yerdeyiz. Bir hafta önce 9 yabancı adam olarak çıktığımız yolun sonunda bir rakı masasının etrafında oturmuş iki görkemli fırtınayı, Samos’u, peşimizi bırakmayan neredeyse iki apartman katı yüksekliğindeki dalgaları, sabah kahvaltılarını… denizde geçen bir haftayı konuşan bin yıllık dostlar gibiyiz.

Yıllardır dilediğim türden bir yolculuktu bu. Ama daha keyiflisi doğru bildiklerimi yerinde tecrübe edebilmek ve doymamacasına öğrenmekti. Evet, ilk bakışta bu adamlar ancak bir fıkrada bir araya gelebilir gibi görünüyor. Oysa ortak bölen deniz olduğunda yabancılık diye bir şey söz konusu değil. Her kim varsa canlı bir organizmanın o an ihtiyaç duyulan parçası oluveriyor. Kimin nesi varsa herkesin, ihtiyacı olanın oluveriyor.

Katamaranlara yönelik ön yargılarım kökten silindi, dalış yaptım, sualtı dünyasına iki dalıcı kazandırdım, 9 şiddetinde havada patlıcan kızartarak deniz literatüründe yüz kızartıcı bir yer edindim, iki kallavi fırtına, üç marina gördüm ve hepsinden önemlisi üç Alman dört Belçikalı dost edindim.

Ben şükretmeyeyim de kim şükretsin Poseidon’a!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir