Ada

Ada denince aklınıza ne gelir? Ne çağrıştırır size? Bir vapur kadar uzak mıdır, yoksa yakın mı akıp giden yaşama? Hiç düşündünüz mü, cezbeden ya da tedirgin eden nedir dört tarafı denizle çevrili kara parçasında sizi? Veya bilir misiniz kaç adası vardır Şehr-i İstanbul’un? Neandros diye bir adası olduğunu bilir misiniz? Ya da haberiniz var mıdır Yassıada’da ne olup bittiğinden? Ya deniz insanısınızdır ya da topraksoylu; vereceğiniz yanıt mutlaka ikisinden birine götürür sizi.

Fotoğraf: Aykut Tankuter

Deniz insanı nehir misalidir; ne yapar eder ulaşır denizine. Veya en azından dilediği anda ulaşabileceği bir mesafededir denize. Belki de bu yüzden farklıdır deniz insanın ada imgelemi. Her an denizle iç içe olabileceği; gün batımında verandada oturup kahvesini yudumlarken varoluşa şükredeceği bir düştür ada. Dostlukları, kırgınlıkları, aşkları, dedikodularıyla kalabalık bir ailenin bir parçası olmaktır adada yaşamak. Son vapur ya da tekne iskeleyi terk ettiğinde ada, kapıları dünyaya kapanan bir kaledir artık. Huzur kavramının dokunabileceğiniz denli somutlaştığı bir sığınak… Tabi eğer nehir misali bir deniz insanıysanız.

Oysa kadim bir çınar ağacı gibi kök salan topraksoylular için tekinsiz bir toprak parçasıdır ada. Dar gelir, tedirgin eder her daim. Hele bir de küçükse, bir tekne gibi batacakmışçasına korkutur. Anakaradan bakınca engel gibi görünür kırçıl deniz. Oysa adadan bakınca adayı yaşama bağlar. Gün olur günlerce lodos keser yolunu, gün gelir sisten göz gözü görmez. Anakaradakilerin aksine adalılar bilir ki, anakara sisin arkasında bir yerdedir; bugün olmazsa yarın.

Fotoğraf: Aykut Tankuter

Dünyanın her denizinde benzer yaşamlar sürer adalılar. Yaşamın kaynağı deniz, yaşamın sınırlarında deniz… Denizin getirdikleriyle, verdikleriyle şekillenir ya da anakaradakinden farklı kılınır yaşam. İster bir küçücük Ege adası olsun, ister Karayiplerde okyanusla çevrilmiş bir ada, o denli benzerdir ki yaşam; ne derece huzurluysa o denli de hüzünlüdür bir bakıma. Her günün sonunda geri dönerken emanet yabancılar, yarım kalmış bir şeyler bırakır artlarında adeta. Ya da popüler bir adaysa söz konusu olan, emanet yabancıların sayıları arttıkça huzuru kaçar adanın. Genelde bir tek sonradan gelen ticaret erbabı memnundur kalabalıktan. Çünkü adaların yerlileri, dışarıdan gelecek emanet yabancılara değil, adalarının verdiklerine göre şekillendirirler yaşamlarını.

Tüm açgözlülüğüne karşın insanoğlunun hala en az zarar verebildiği sığınaklardır adalar. İnsanoğlunun egosu büyük, hırsı sınırsızken ada küçük ve sınırlıdır. Belki bu sayede kısmen de olsa korunur ada ve ada yaşamı. Oysa biraz büyük ve rantabl ise ada Kıbrıs en güzel örneğidir başına gelebileceklerin…

Şöyle bir uzanabilirseniz Arşipel’e, kredi kartına endeksli ödünç yaşamlardan ziyade, denizin ve adanın verdikleriyle ya da insanoğlunun denizden ve adadan alabildikleriyle şekillenmiş, sakin bir yaşam tokat gibi çarpar bir çok insanın yüzüne.

Ne çok ada var aslında anlatılası. Çocukluğumuzdan beri, gitmesek de, görmesek de bizim olan veya yaşamımızın bir döneminde bir çeşit ritüele dönüşmüş Büyükada gezileri, Burgaz, askerlik günlerimin masal adası Uzunada… Ama bambaşka bir ada var paylaşmak istediğim; ibret-i alem için…

Yassıada
Öyle bir toprak parçası düşleyin ki –eğer hala görmediyseniz- Şehr-i İstanbul’a 7-8 mil mesafede olsun. Yani ortalama bir tekne ile hepi topu 45-50 dakika mesafede olsun. Kendine özgü bir faunası, kendi tavşanları, kendi geçmişi olsun. Hala size bir şey ifade etmedi mi? O zaman bir de bu ülkenin, hem de yakın tarihinin dönüm noktalarından birine tanıklık etmiş olsun…

Dedik ya, nehir misali bir deniz insanıysanız eğer bildik şeylerdir anlatılanlar. Bir başbakanın ipe götüren yolculuğu boyunca ağırlayan Yassıada. Ya da vakti zamanında bir İngiliz’in mülkü olan Yassıada. Bir dönem sokak köpeklerinin terk edildiği Yassıada.

Dünyanın en özel denizlerinden birinin, Marmara’nın ortasında bir su ürünleri fakültesine kısa bir dönem ev sahipliği yapmış Yassıada. Son birkaç yıldır Rus turistleri teknelere doldurup alem yapmak üzere akın akın gelen bir tuhaf kültürü zoraki ağırlayan Yassıada. Hatta, Ambarlı’ya alternatif yakıt deposu olarak bile adı geçen Yassıada.

Mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’na ait, üzerine çıkılması yasak ada. 2001 yılından bu yana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca sit alanı ilan edilmiş Yassıada. Yapılaşmanın yasak olduğu, varolan yapıların yıkılmaya yüz tuttuğu ya da –tuhaf bir zevk ya da Vandalizm adına- kiremitlerinin atılarak arkasından sırıtılarak bakıldığı Kültür ve Tabiat Varlığı ada. Spor salonunun parkeleriyle sucuk ekmek yenen ada.

Özellikle göçmen deniz canlılarının Marmara’ya renk kattığı sualtı faunasıyla belki de Saros’a hatta tüm Akdeniz’e taş çıkartacak denli yaşam barındıran Yassıada. Yumuşak mercanları, dal mercanları, çeşit çeşit anemonları, eşkinaları, rastgele ve arsızca tüketilen istakozları, gelincikleri ile bir doğal sualtı parkı adeta. Moda olduğu üzere –sözüm ona yapay resif olsun diye- tekne batıran zihniyete inat papaz balıklarına bile ev sahipliği yapan Yassıada.

İskelesinin altında yatakları, kalorifer radyatörleri, sayısız gibi görünen lastikleri ve belki de en trajikomik olanı en az akıntı alan bölgesinde sessiz sedasız kurulan balık çiftliği ile Yassıada.

Şimdi Yassıada’dan doğru bir kez daha bakalım ada imgelemimize. Mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’ndayken, sit alanı ilan edilmişken, liman sahası içinde yer alırken ve daha da önemlisi alışılagelmiş Marmara söylemine taş çıkartırcasına bir doğal sualtı parkı gibi gelişirken bir balık çiftliği ile taçlandırılan Yassıada.

Nerede nehir misali deniz insanları? Çapulcuların Rus turist rezilliğine karşı ne yapacağımızı düşünürken daha, sualtı canlılarının sismik hareketlere ne dediklerini araştırarak depreme karşı bizi koruyacak bir projenin kılıfından çıkartılıp, konduruluveren balık çiftliği.

Tavsiyem, bir gününüzü ayırın, gidin yerinde görün yasak adayı. Ne de olsa adı yasak, ama her şey serbest. Çünkü unutulmuş, terkedilmiş ve daha da önemlisi rantı paylaştırılamamış bir ada. Binalarını gezin, tavşanlarını kovalayın. Bir Marmara’nın ufkuna doğru bakın, dönün bir de üzerinde gri pus tabakasıyla anakaraya, Şehr-i İstanbul’a bakın. Hatta bir yaz günü, hafta sonuna denk getirin yolculuğunuzu, geleneksel Türk misafirperverliğinin Demirperde uyarlamasını izleyin ibretle. Ve bir kez daha düşünün, hangisisiniz?

Eğer ki nehir misali deniz insanları olaydık, bir su sporları merkezi olamaz mıydı Yassıada? Ya da gerçek bir huzurevi? Nasıl olur da Marmara’nın ortasındaki bir ada yerine Beyazıt’ı tercih eder bir su ürünleri fakültesi.

Kadim Düşman Deniz
Çok köklü sorunlarımız var denizle. Hatta neredeyse kadim düşmanımız gibi. Elimizden gelse, doldurup, oteller, alışveriş merkezleri, otoyollarla donatacağız, kökten yok edeceğiz kadim düşmanımızı. Elimizden gelse adaları bağlayıp anakaraya, topraksoylu dürtülerimizle iskan edeceğiz yeni baştan.

Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2008