Ölçüsüz Emek: “Ahşap Tekne” -XV-

“Waltz of the flowers”

Bu aralar Ahmet Haşim’in dizesi takıldı zihnime, dönüp duruyor: “Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…” Ruh halim, yaklaşan kış, güneyin kifayetsiz sonbaharı ve tabi Yengeç ve Yengeç’in bitmek bilmeyen tadilatı.

Neye bulaşmışım arkadaş ben! Her günüm it gibi çalışarak geçiyor, irili ufaklı bir çok işi bitirince bir adım daha yaklaştığımı düşünüp seviniyorum ama gel gör, şöyle bir dışarıdan bakıp, hele ki düşünmeye başlayınca film kopuyor. “Bir” insan evladı için çok ağır bir iş bu.

Geçen yıldan bu yana elim varmadı iki satır yazmaya. Hemen hiç bir konuda yazmadan geçen en uzun süre olabilir bu. Geçen yıl önce Cem’in (Gür) kaybı, ardından geçen berbat bir yaz zaten yerlerde sürünen motivasyonumu tüketti resmen. Bir de üzerine uzun, soğuk ve bol yağışlı bir kışı ekleyince hayat iyice sıkıcı bir hal aldı.

Geçen yıl “Tuz ve Ter” sezonunun sonunda gerek bitmek bilmeyen tamirat işleri, gerek huzursuz bir kış geçirme ihtimali yüzünden bir kaç ayı daha karada geçirmeye karar vermiştim. İşe yaradı mı, tabi ki hayır!

Önce karada tuttuğum alanla ilgili sorunlar başladı. Kooperatif teknelerinin önceliği olduğunu iddia ederek Yengeç’i olduğu yerden kaldırmam için sıkıştırmaya, üstü kapalı ayar vermeye başladılar. Bu arada kooperatif tekneler ne ödüyorsa ben de aynı parayı ödüyorum. Telefonla aramalar, teknenin başına gelmeler, üstü kapalı tehditler… Aynı şeyi anlattım durdum, “Komple sardığım kayığı, oradan oraya taşıyamam. Buradan kalkınca direkt suya inecek.” İşe yaradı mı, tabi ki hayır. İki, üç ayımız sinir harbiyle geçti. Geri adım atmayınca sorun kendiliğinden çözüldü. İşte bugünler tam da aynı soruna gebe yine. Her an teknenin dibinde bitmelerini ya da aramalarını bekliyorum yine.

Yanıma alacakları tekne için çatıyı da kaldırmam gerekince kış bambaşka bir rutini getirdi beraberinde. Camları olmayan, her tarafı açıktaki kayığı ilk seferinde kapatmam ikibuçuk saat sürdü. 22*14 metre ölçülerinde tek parça brandayı tekneye çekmek, bunu rüzgarlı havada yapmak, tam diğer tarafa aşıracakken rüzgarla bordadan aşağı kayıp gitmesi, tekrar inip yukarı çekmek, bunun en az 7-8 kere tekrarlanması…

Tabi bu durum teknede iş yapmayı da neredeyse imkansız hale getirdi. Zaten kafamda artık durma noktasına gelmişti, hangi işle devam edeceğim, neyi bitirip, neyi erteleyeceğim konusunda. Dahası her durumda dönüp dolaşıp iki engele takılıyordum; camlar ve boya. Boya işi için önce kabaran yerlerin tamirlerinin bitmesi, tekrar astarlanması, zımparalanması vs mevsim itibarı ile hiç de olması mümkün olmayan bir süreç söz konusuydu. Camlar kısmı da keza, davlumbaz camları neyse ama kasara üzerindeki lumbozların takılması için önce iç mekandaki tesviye işlerinin tamamlanması gerekiyordu. Çünkü iki parçalı yeni lumbozların dış çerçeveleri kasaranın et kalınlığına göre tekrar kesilecekti.

Günlerim elimi atıp bıraktığım işlerle geçti ilk başlarda. Derken kış tam anlamıyla geldi ve yeni rutinim her birinin önüne geçti. Yağmur geliyor, kapa tekneyi, yağmur geçti, aç tekneyi. Bu işi kaç kez yaptığıma dair en ufak bir fikrim yok ama ilk gün ikibuçuk saatimi alan süreç son günlerde 15 dakikaya kadar indi.

Koca bir kış neredeyse hiç bir iş yapmadan geçti desem yeridir. Şubat ortası havaların düzelmesiyle başlarım diye beklerken hayatımın en çok “Üşüyorum ulan!” cümlesini kurmama sebep olan lanet bir kış ta Nisan sonunda kadar devam etti. Nisan ortası gibi yavaş yavaş kıpraşmaya başlasam da efektif olarak işe dönebilmek anca Mayıs ayının başlarında mümkün olabildi. Bu arada bir kaç yıl önce başıma bela olan “kırk ikindiler” bu yıl cidden kabusum oldu. Hemen her gün, iki ayı aşkın bir süre öğleden sonraları yağdı hava. Bunun meali, her gün kayık örtüldü ve açıldı…

Havaların düzelmesiyle ilk iş olarak kabaran yerlerin tamiratıyla başladım işe. Elyaf sarmak, macun, zımpara… bunları artık götümle yaparım desem abartmış olmam sanırım. İyimser bir şekilde Mayıs ortaları olan suya dönüş takvimi daha Nisan bitmeden yalan olmuştu. Yeni hedef sıcaklar iyice basmadan, Haziran ayı içerisinde indirebilmek olarak yenilenen plan da yalan oldu. Haziran ayına geldiğimizde tek tesellim artık boya işine bir ucundan başlayabilmek olmuştu.

Boya işine başladık başlamasına ama sürecin acılı olacağı ilk günlerden belli oldu. Bir tasarımcı olarak otuz yılı aşkın meslek hayatım boyunca ahkam kestiğim konuların başında bir tasarımın “uygulanabilirliği” gelmiştir. İlk maskeleme süreci bir haftayı aşınca neye bulaştığım hakkında fikir sahibi olmaya başladım.

Yengeç’in boya süreci şöyle ilerledi; önce üst bina, alabandalar hariç boyandı. İlk kez bu aşamada lumbozların kenarlarına koyduğum dahiyane tasarım öğeleri, o kabartma çerçeveler için saydırmaya başladım kendime. Onbeş yuvarlak lumboz çerçevesi maskelendi. İşin kıllığı bir yana, benim obsesifliğim de eklenince maskeleme işi günler sürdü.

Bordanın boyasını hiç de gözümde büyütmüyordum. Lan asıl büyütmem gereken bordaymış meğer. Borda çalımı mavi, yumrular beyaz, borda gri. Maske manyağı oldum resmen! Aynı arkadaş bordanın boyasını da atıp yaz tatiline çıkınca elimde kısmen boyanmış ama bir o kadar da boyanmamış tuhaf bir kayık kaldı.

Yani iş başa düştü. Daha önce tabancayla boya atmadığımdan ve de 180 tl litresine verdiğim boyanın litresi 500 tl olduğundan gözüm yemedi tabancayla atmayı. Önce lumbozların çevresindeki, küpeştedeki ve davlumbazın kuşaklarındaki mavi rengi atmaya karar verdim. Akrilik boyanın rulo ile sürülmeyeceğini söyleyen bizim boya ustasına sittiri çekip, “Malzeme bilginiz sıfır, günceli takip etmiyorsunuz!” diye atarlanıp internetten sipariş ettiğim, iz bırakmayan, özel rulolarla başladım boyaya. Çok kısa sürdü. Rulo köpük bıraktığı yetmiyormuş gibi akrilik boyanın sertleştiricisinden olsa gerek, bir kaç dakika içinde eridi, kendini koyverip çöp oldu. Lan ilk kez akrilik boya yapıyorum, öküz gibi de boya karmışım, hava sıcak, vurdum vurdum, vuramadım çöp olacak litresi 500 tl’lik boya. Fırladım gittim, bulabildiğim en yumuşak fırçaları aldım geldim. Fırçalar da deli gibi iz yapıyor! “İzini mizini!…” dedim, bastım boyayı. Gün sonunda uzaktan bakınca gayet hoş görünen ama yakına girince ben buraya ait değilim diye bağıran bir eser çıktı ortaya. Görmezden gelmeye karar verip sıradaki işlerle devam etmeye karar verdim.

Üst binanın alabandalar, pupa ve pruva kısmına gelince yine bitmek bilmeyen maskeleme işi, su gibi akıp giden mavi bant, naylon, çift taraflı bant vs derken sıra boyayı atmaya geldiğinde kırk yıllık boyacı gibi başladım hazırlıklara. İlk kazmalığım silikon giderici koymayı unutmak oldu. Neyse dedim, kabul edilebilir, daha azıcık bir boya karıştırmıştım. Tabancayı elime alıp kıç pıraçollardan doğru boyaya başladım. Ulan güzel de ritim tutturmuşum, zihnimde “Waltz of the flowers”, ahenkle dans ediyorum ama bir sorun var, tabancadan su geliyor boyayla birlikte. Ulan elli kere sordum, bu kompresör işimi görür mü diye, ağız birliği etmiş gibi he dediler, şimdi göt gibi kaldım yine ortada. Delirmiş bir halde kapattım kompresörü, attım elimde ne varsa, tabancayı temizleyip gittim çay içmeye. Sabah beşte gel, kompresörü taşı, komple teknenin tozunu al, her şeyi hazırla sonra patla!

Öğlen eski çalıştığım atölyenin ustası Hasbi’ye saydırdım kompresör yüzünden. “Becerememişsindir, sabah ben atarım.” dedi. Çektik sineye. O sabah dediği, bir kaç gün sonra akşam üstü oldu ama olsun, gün sonunda mutluydum, üst bina bitmiş, hiç de fena da olmamıştı.

Bir sabah ani bir kararla aldım elime zımparayı, daldım attığım mavi boyaya. Fırça izleri o denli batmaya başladı ki gözüme, daha fazla dayanamadım. Benim belamı verecek bir ilaha falan ihtiyacım yok ki!

Kafam çalıştı ve önce küpeşte ve yumruların beyazını atmaya karar verdim. Günler yine maskeleme ile geçti ve büyük gün geldi. Her şey hazır. Nah hazır! Sabah geldim ki düne kadar atölyenin önünde yatan tek 220 V kompresör gitmiş. Uykusuzum, yorgunum, sinirliyim… Salladım ertesi güne. Günün kalanında 220 V kompresör aradım, nafile. Sonuç olarak sapladım trifaze kompresörü münasip bir panoya, kaçak, maçak umurumda değil, gözüm dönmüş artık. Ertesi sabah beşte teknedeyim yine. Tamamen yalnızım, yardım edecek kimse yok. Hortumu tutacak adam bile yok. “Ne kadar zor olabilir ki?” diye düşünmedim dersem yalan olur. Ulan o hortum var ya, bir kıçıma girmedi desem abartmış olmam sanırım. Her yere takıldı, her yere sıkıştı, her yere sürttü…

Bir kaç saat sonra bantları söktüğümde “Oha! Valla da olmuş, nefis olmuş, pırıl pırıl olmuş!” Darius’un koca ordusunu alt ettiğinde İskender’in dötü bu kadar kalkmamıştır. Resmen keyfim yerine geldi.

O gazla giriştim yine maskeye… Sırada mavi var. İki partide atılacak. Önce lumbozların kenarları, hemen ertesi sabah da borda çalımı. Attım ulan, bana göre cillop gibi de oldu. Maskeleri söktüm, şöyle bir uzaktan baktım ki, ne göreyim, bitmiş ulan! Kayık çıkmış ortaya, geriye kalmış sadece güvertenin kaymaz boyaları.

İşte tam da bu ruh hali içindeyken bir mucize daha oldu ve çalıştıracak adam buldum. Genç, efendi, düzgün bir çocukcağız. Zemin ustasıyım abi dedi, beni benden aldı. Direk üzerindeki çatlaklar canımı sıkıyordu uzunca zamandır ve artık zaman da daralıyordu. Direğe bir kat elyaf sarıp, astar ve macun atmak üzere anlaştık. Bir hafta kadar sürer abi dedi. Dedim bir de bumbaya bir el at, astarlanıp boyanacak hale getir. Ona da tamam dedi. Gurcatalar dedim, hallederiz abi dedi, işin bitince havuzluk tiklerini siler misin dedim, ona da he dedi. En sonunda aradığım adamı bulduğumu hissetmek güzeldi.

Sabah geldiğimde öküzümü elinde spiral bumbaya girmiş görünce kan beynime sıçradı. “Oğlum o bumba Alüminyum, o spiral izleri nasıl kaybolacak?” diye sorduğumda yine başa döndüğümü hissetmeye başladım. “Biz hep böyle yapıyoruz, astar kapatır abi, sen merak etme.” dedi, iyi mi. Lan astar dediğin sihirli bir iksir değil ki anasını satayım, altında ne varsa bağıracak akrilik boyayı yiyince. Sayesinde bizim bumba sırasıyla 80, 150 ve 220 kum zımpara yedi durup dururken. Dahası, son iki katını benim atmam gerekti. Çünkü beyim direkte fena çuvalladı. Macunu ince çek, lütfen doğru karıştır vb tüm uyarılara “Tabi abi” derken macunun oranını yanlış, karışımını yetersiz yaptığı yetmiyormuş gibi bir de üzerine öküz gibi macunu direğe yığınca yine gerildik tabi. Sonuç olarak “Başıma bir şeyler geldi.” diyerek kayboldu ortadan. Tek tesellim parasının tamamını ödememiş olmam. Ama direk kelimenin tam anlamıyla yine bana girdi. Boşa giden macun da cabası. Bu arada macun deyip geçmeyin, DYO’nun bile 20 kilosu olmuş 4.000 yurdum parası!

Havalar işaret vermeye başladığında Şubat’tan beri içeride yapılacak kıytırık bir kalıp alma işi için hala usta bulamadığımı farkettim. Mevzu şu ki, eski camları iptal edip lumboza dönerken eski camların yerini masif ağaçla kapattık. Gel gör kapattığımız ağaçlar yaşmış ve çalıştı, döndü. Kısaca içeride durum felaketti. Lumbozların oturması mümkün değildi. İlk başta cam içlerini su kontrası üzeri vinil ile kaplamayı düşünmüştüm. Sözüm ona hızlı ve ekonomik çözüm olacak, göze de hoş gelecekti. Ama gel gör, 8 parça kontra alıştıracak bir marangoz arayışı sekiz ay boyunca sonuç vermedi. Biraz yakından inceleyince de çok da doğru bir çözüm olmayacağına, dahası arkasının ne durumda olduğunu bildiğim sürece bu durumdan pek hoşnut olmayacağıma kanaat getirdim. Plan komple değişti. Eski bir arkadaşımı buldum, önce kaba tesviye, sonra üç kat elyaf-epoksi uygulaması ve üzerine macun… cillop gibi duvarları olmak üzere Yengeç’in. Olmak üzere diyorum, çünkü arkadaş da sağolsun, takoz zımparaya ben karşımam diyerek bana sapladı, gitti. Son bir kaç günüm yine elde takoz, zihnimde “Waltz of the flowers”, ahenkle dans ve de küfür ederek geçiyor. Kaldı üç duvar! Sonra bir yoklama macunu, zımpara, astar, zımpara ve nihayet boya olacak ve en önemli ve en ağır işlerden biri daha bitecek.

Bu arada başlarken, 10-15 kilo epoksi, bir kova macun falan gibi öngörmüştük. Epoksi neyse ama macun su gibi aktı yine. 40 kilo macunu gömdük bile.

Şöyle bir bakınca bir saçma boya öyküsü gibi görünüyor ama daha öyle saçmalıklar var ki… Mesela çarmık ayaklarının deliklerini bulmak için harcanan bir hafta, davlumbaz camlarını takarken çekilen zulüm, Şubat ayında verdiğim iğnecikleri daha üç gün önce yerine oturtabilen kromcu, hala yerine oturup oturmadığına bakmaya cesaret edemediğim için bazen rüyalarıma giren mahmuz, zımpara ve yoklama macunu bekleyen direk, bir kenarda astarlanmış, boyanmayı bekleyen bumba, yerine takılmak üzere bekleyen sayısız aksam, mutfak ve banyo tezgahları, komple değişecek hortumlar, boş bulunup silikonlu astar üzerine monte ettiğim için sökülüp yeniden monte edilecek kovanlar, motor, mekanik aksam… yazarken darlanmama sebep olacak kadar çok iş var hala. Aslında ekip çalışması ile 20 günde bitecek iş var ama tek başına olunca sadece bir kalem iş bile günler sürebiliyor…

Son bir kaç gündür tempo yine yavaşladı. Öncelikli sebebi, içerideki işleri yapan ustanın aylardır tırmanarak çıktığım tekneye “Bu böyle sakat.” diyerek merdiven koyması. Alışmadık döt durumu, aylardır hoplaya zıplaya iskele tepesinde gezen ben, bir kaç gün önce elimde iki çay bardağı ile bok çuvalı gibi düşüverdim merdivenden aşağıya. Lan neyine gerek senin merdiven, bildiğin yoldan tırman, atla git işte. Bir tarafımı kırmadım ama bayağı bir cam kırığı ayıklamam gerekti oramdan, buramdan. Dahası, cam kırıklarının bir kısmı ellerde olunca en azından bir gün ara vermem gerekti işe. Bir günlük aradan sonra tekrar takoz zımparaya başlamak, sadece bir güncük aradan sonra bile zulüm geldi. Ama çok da güzel oluyor şerefsiz!

Yarın Pazar. Ortalama insan evladı yan gelip yatacak, ben yine kahvaltı sonrası kayığın yolunu tutacağım. Önce, her ne kadar tedbir alsam da, endişe içerisinde su alan yer var mı diye kontrol edeceğim, sonra zihnimde yine “Waltz of the flowers” ile başlayacağım takoz sallamaya…

Sayısız iş halloldu aslında. Saymakla bitmeyecek kadar. Arma bağlantıları, iğnecikler, yeni frengi çerçeveleri, yeni ikinci ıstıralya mapası, imalatı süren bodoslama kromu… ama asıl soru hala bir kenarda duruyor; bitirip indirmeli miyim kış kıyamet demeden, yoksa -kooperatifçilerle didişmeyi de göze alıp- Mart sonuna kadar karada kalmaya devam mı etmeliyim?

Author: HakanTiryaki