Bir acayip bolero…

Duyduğum en korkunç Bolero yorumu bu. Her eklenen enstrüman apayrı telden çalıyor. Küçücük kalmışım, göremiyorum da orkestrayı. Parmak uçlarıma yükseliyorum, nafile, bir görebilsem… özellikle şu ritmini bir türlü bulamayan zili çalan adama okkalı bir yuhh! çekmek istiyorum. İnsandan bir duvar önümde, Zilin aritmik, tırmalıyıcı sesine gıcırtı tadında bir enstrüman daha ekleniyor ki nedir bilemedim. Nasıl br eziyettir bu, ne işim var burada diye düşünürken takır tukur bir sesler daha ekleniyor. Kesin bagetini düşürdü vurmalılardaki kazma diye düşüneceğim ama kaç tane bageti olabilir ki bu adamın… hassiktir! Kasaranın üzerinde dün söktüğüm çıtalar düşüyor!

Fırlıyorum yataktan ama hala düş ile gerçek arasında bir yerlerdeyim. Ayıcıklı pijamamla fırlıyorum dışarıya ki, o da ne… uçuyor ortalık yine.
İki gün önce ahşaplar kurusun diye açtığım kışlık tentenin herbir parçası ayrı bir cumhuriyet. Gıcırtının kaynağı finger’la aramda inim inim inleyen balon usturmaça. Kazma ritmci yan teknenin arıza fenerine çarpıp duran halatlardan biri çıktı,oh, en azından bu bizden değil…

Hızlıca bir bakınıyorum çevreme. Tente kontrolden çıkmış, Yengeç finger’a neredeyse tamamen yaslanmış, önceki gün direğe çıktığımız ve yerinden sökmediğimiz taraka neredeyse kıyıya ulaşmış rüzgarla, ilginç görünüyor, o an ona oturup kıyıya çıkmak geçiyor içimden. Yuh diyorum kendi kendime önce, kafamı topluyorum. Önce tenteyi sağlama almalıyım ama nasıl. Haince bindiriyor batı rüzgarı. 5 dakika kadar debelendikten sonra daha basit çözümler gerektiğine karar veriyorum. Tentenin her bir parçasını birbirinden bağımsız olarak küpeşteye bağlayıp gerisini Poseidon’un insafına bırakıyorum.

Bir an evvel tonoz halatıyla ilgilenmem lazım. Bir kez daha bir şeyleri erteleme konusundaki eşsiz yeteneğime küfrediyorum. Fuardan aldığım 40 metre 22’lik halat hala havuzlukta dururken 18 tonluk koca karınlı kızım serçe parmağım kalınlığında bir halata boyun eğiyor ya, pes diyorum ona da, kendime de…

Önce boşta olan yan tonozun halatı geliyor doğal olarak aklıma, biraz debelendikten sonra, kısa bir süre izlemek üzere havuzluğa çekiliyorum. Bu arada rüzgar sakinlemek şöyle dursun, azıttıkça azıtıyor. 38 knot görüyorum sağanakta, marina içerisinde yeni rekorumuz bu.

Her aklı bir karış havada denizci gibi inip su ısıtıyorum, bir çay şart. Çayımı alıp yukarı geldiğimde Yiğit sesleniyor “abi yardım lazım mı!”
İki dakika sonra geliyor palamar botuyla, iskeleden çekiyor, boşunu almaya çalışıyoruz yan kılavuz halatının, bana mısın demiyor. Hala finger’ın üzerindeyiz. 42’den sonra boş olan 43’ün kılavuzunu da açmaz olarak alıyoruz, o asılıyor, ben asılıyorum. Kendi mütevazı ekosistemiyle alıyoruz Yengeç’in babasından içeri; midye, yosun, kekamoz… o sırada farkediyorum ki elimde eldiven var, hoşuma gidiyor. Bu güzel bir gelişme.

Yiğit gittikten sonra marşa basıyorum, ne olur, ne olmaz, gece uzun. Çayımı yudumlayıp sigaramı içerken keyifle motor susuyor, bir hassiktir! daha çekiyorum kendi kendime. Mazot bitti! Ciddi kızıyorum kendime. Hani okkalı bir tane oturtasım var neredeyse. Başkası yapsa ahkam keserim, yuh. Artık kaloriferle emektar Ford’un yollarını ayırma zamanı geldi. Ekliyorum iş listesine, Webasto için küçük bir tank eklene!

Uzun zamandır ilk kez erken yatmış, kütük gibi uyuma hayali kurmuştum ya, al sana. Saat dörtbuçuğa geliyor. İçeride gerçek Ravel, dışarıda marina korosu, sıcak bir çay. Aklı başında adama eziyet belki ama bana “la dolce vita!”