Fenikeleşememek

Her yeni dönem bir küskünlük, bir öfke barındırıyor kendisinden öncekine. Ya da döneminin koşulları içerisinde sağlıklı bir şekilde bakamıyor geçmişine. Oysa geçmiş tüm birikimi ile orada, ne mutlu ki hala ulaşabileceğimiz mesafede durup durmakta. Yeter ki geçmişi doğru anlayarak, sindirerek bakın bugününüze ve tabi yarınlarınıza. 

Günümüz Türk insanının belki de en önemli sorunlarından biri daha çöküşünün üzerinden yüzyıl bile geçmemiş Osmanlı İmparatorluğu’nu tam olarak ne yapacağını bilememesi. Kimi yok saymaya çalışmakta, kimi ideolojisine temel taşı eylemeye. Oysa Türkiye Cumhuriyeti gibi, Zimbabwe ya da bir zamanların Hitit İmparatorluğu gibi döneminin koşulları içinde –ama doğru, ama yanlış yollarla- varolmanın ötesinde pek farklı kaygıları olmadı Osmanlı’nın da.

Gelin görün ki yazıya başlarken Osmanlı’nın iyi taraflarından bahsedecek olmama karşın bir giriş taksimine ihtiyaç duyuyorsam ortada bir sorun var demektir…

Hepi topu yüzyıl geriye dönüp bakarsanız seramikleri, mezar taşları, minyatürleri… kısaca yaşama dair tüm öğelerin içine işlemiş izlerini görürsünüz denizin. Dünyaca ünlü Türk denizcileri, haritacıları, deniz ressamları yaşamla iç içe geçmiş denize dönemezler sırtlarını.

Hele bir bakın şu Giritli Miralay Hasan Bey’in mezarına; siz kaç Hellenistik lahitte ya da dillere destan Likya lahitinde gördünüz böyle bir kompozisyon, böyle bir işçilik. Çocukluğumdan beri tek vasiyeti gömülmemek olan ben bile gıpta ettim denizlerde geçmiş bir yaşam böyle taçlandırılınca bir mermer ustasının maharetli ellerinde… 

Ya bu seramiklere ne demeli? Şimdi elimize geçse vitrinimizi süsler oysa gündelik yaşamın sıradan parçalarıdır bunlar. Hele ki nasıl da Girit’in eşsiz duvar resimlerini anımsatırlar ilk bakışta.

“Fenikeleşememek” diyor Cemal Süreya ve çok ağır konuşuyor devamında; 

“Fatih Sultan Mehmed gemilerini karadan yürüttü ya
Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün” 

Peki bir toplum nasıl unutur denizi? Nasıl gündelik yaşamında denizin fakında olmadan ya da denizin yaşamındaki varlığının öneminden bi’haber yaşar gider, hem de hemen kıyısında?

Daha seksen sene önce -dönemi içinde değerlendirilmesi gerekir tabi ki ama- mübadele adı altında denizci verip çiftçi aldık bir anlamda. Bir türlü aşina olamadığımız deniz kültürümüzün temel taşlarını sürdük bin yıldır yaşadıkları kıyılarımızdan. Seyr-ü Sefain İdaresi ile başlayan macerayı Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin kapısına neredeyse kilit vurarak bitirdik. Eğer ki iktidarların arpalığı olmaktan öte geçebilseydi, biraz olsun akademik, bilimsel argümanlarla desteklenebilseydi böyle biter miydi altı tarafı denizlerle çevrili ülkenin denizcilik işletmelerinin serüveni?

1945-1955 arasında kalan dönem ne zaman tüm yönleriyle aydınlanır ve daha da önemlisi, hala hazmedemediğimiz Osmanlı’nın aksine sindirilebilirse, bugün geldiğimiz noktanın ipuçlarına ulaşmak mümkün olacaktır. Bir de üzerine seksenli yılların tahribatının boyutları; medeniyet göstergesi gibi pompalanan otoyolların, teknoloji harikası gibi gösterilen köprülerin, tünellerin getirdiklerinin yanı sıra götürdükleri de kavranabilirse belki önümüze daha sağlıklı bir perspektiften bakmamız mümkün olabilecektir.

Gerçekten de deniz kaçkını bir ulusun çocukları mıyız? Yoksa adım adım denizden uzaklaştıran politikalar bütününün yarattığı denizle arasına mesafe koymuş bir ulus muyuz?

Şimdi bir kez daha bakın hele şu Giritli Miralay Hasan Bey’in mezarına. Ve tabi şu eşsiz seramiklere. Daha o kadar çok örneği var ki aslında. Bin yıllık Anadolu ev sahipliğine karşın denizden bi’haber olmak mümkün mü?

Tüm yanlışlarıyla, tüm yaptıklarıyla Osmanlı hemen parmaklarınızın ucunda; internet denen mucize yeterli hatırlamanıza. Yüzyıl geriye şöyle bir bakıverin göz ucuyla.

Sonra tekrar dönün bugünümüze. Üzerine köprüler eyleyip, dibine tüneller kazıp alt etmeye çalışırken kadim düşmanımız sandığımız denizi, gerçekte faydalanabilmek adına ne kadar çaba sarfediyoruz? Yaşamımızın içinde ne derece yeri var?

Dedik ya, her dönemi kendi bileşenleri içinde değerlendirmek gerek. Demiryolunu solcu addetmeyi becerebilmiş bir süreçten geldik bugünlere. Uzun vade kavramının bir seçim döneminden öte bir şey ifade etmediği zihniyetlerin, insanları bir noktadan diğerine balık istifi taşımasından ibaret kabul eden iradelerin mesnetsiz politikaları ile gelmedik mi bugünlere?

Düşünmek gerek. Ahkam kesmek ya da feryat etmek yerine dünü anlamak, bugünü kavramak gerek. Ki yarına dair bir umudumuz olabilsin…Saygılarımla,
Hakan Tiryaki