Ölçüsüz Emek: “Ahşap Tekne” -XVI-

Tuz ve Ter

Otomobillerin termometresi 56 C dereceyi gösteriyor. Rüzgar günlerdir ılık falan değil, sıcak esiyor, kavuruyor. Hızı gün ortasında 30-35 knot aralığını zorluyor. Yengeç’i kavurucu sıcaktan ve güneyin acımasız güneşinden koruyabilmek için yaptığım gölgelik ayakta durmakta zorlanıyor. Gölgeliğin ve Yengeç’in karinasının altı çölde bir vaha gibi, nefes aldırıyor en azından. Ama güverteye çıkınca nefes almak dahi güçleşiyor. Havalar ısınalı beri tek başınayım teknede. Ucundan tutacak adam yine yok.

Günde en az 6-7 kere hortumun altında yıkanıp, 2-3 kere çekek havuzunun şifalı sularına kendimi atarak dayanmaya çalışıyorum. Deli gibi zımpara işi çıktı tamir işleri yüzünden. Bir de üzerine atölyenin işleri iyice çekilmez hale geldi. Temmuz acılı başladı.

Bu yazın konsepti tuz ve ter. Göz kapaklarım, göz çukurlarım deli gibi yanıyor, sürekli kaşınıyor artık. Elyaf zımparası yapan bilir nasıl bir zulüm, vücudumun her yeri lanet elyaf zerrecikleri yüzünden kaşınıp duruyor. Epoksi tozu neredeyse yoksunluk yapmaya başladı artık. Bir de zemini korumak adına alet kullanmadan, sürekli elle, takozla zımpara yapmak tam da konsepti tamamlıyor. Günden geceye, tuz ve ter…

Temmuz ayı Yengeç’ten yana yavaş, atölyedeki işlerden yana sıkıntılı başladı. Belki de en kayda değer gelişme bayram tatilinin hemen ardından 11.11.1985 günü AUER A.Ş.’de ergen bir elektronik teknisyeni olarak başlayan iş hayatıma, kağıt üzerinde de olsa, son vermek ve nihayet emekli olmak oldu. Ardından da yeni başladığım bir proje için bir kaç günlüğüne Antalya’nın yolunu tutunca hiç bir şey anlamadan geçiverdi Temmuz’da.

Her ne kadar emekli olmuş olsam da günlerim atölyenin işleri ve Yengeç’in bitmek bilmeyen işlerine ilave olarak bir de geceleri uğraşmaya başladığım yeni projenin işleri ile akıp geçmeye başladı. Ne zaman ki denize çıkıyorum, farkediyorum ki yaz gelmiş, insanlar koylarda keyif etmekte. Göcek’e geleli beri gerçekten yaşam ritmim, yaşam enerjim, deniz yaşamım… hemen hemen tüm yaşamım değişti. Hele ki Yengeç’te birbuçuk yılı aşkındır karada olunca dengelerim iyice alt üst oldu.

Bir de Cem’in yokluğuna hala alışamadım. Haftanın bir kaç günü konuşmak, dertleşmek, hayal kurmak… nefes aldırıyormuş meğer bana. O göçeli beri yaptığım işlerden de pek bir keyif almaz oldum Yengeç’te.

Son bir haftadır hava sıcaklığı 36-37 derece civarına inince en azından kendi adıma biraz nefes aldım. Bir de atölyeden ayrılan bir arkadaşla anlaşıp soktum Onu da Yengeç’e. Şimdi tamir işlerini bitirmeye çalışıyoruz. Hedef bir kaç güne tekrar astar atıp ardından da artık boyayabilmek. Eğer ki Eylül sonu, Ekim ortasına kadar toparlayıp indirebilirsem ne ala, olmadı bu kışı da karada geçirecek Yengeç. Alarga bir kış daha geçiresim yok. Aksine biraz olsun dinlenerek, biraz olsun huzurlu bir kış geçirebilmeyi umuyorum. Göcek’e geleli dört sene oldu ve neredeyse tamamı haftanın yedi günü çalışarak geçti. Yorulmak değil ama bıkkınlık had safhada artık.

İndirmek istemememin bir diğer nedeni ise Göcek’in ta kendisi. Benim ayağımda var sanırım bir uğursuzluk. Göcek yaşanacak bir yer olmaktan çıktı artık. Denizin üstü tekne, kıyısı tekne, koyları tekne. Koylarda tekne tekne üzerine. Neredeyse usturmaça mesafesinde tekne… Pandemiyle beraber çok da ciddi göç aldı. Sadece benim sokağımda 6-7 yeni inşaat yapıldı bu kış. Böyle giderse Konya, Kütahya falan gibi bir yerlere göçeceğim arkadaş. Deniz kıyısında, denizden uzak yaşıyoruz resmen.

Yıllar önce Ufuk Uras’ın bir makalesi ilgimi çekmişti. Göçe karşı en büyük direnci son göç eden kitlenin gösterdiğinden bahsediyordu. Öyle iyi anlıyorum ki şimdi savının doğruluğunu. Neredeyse İstanbullulara söverek geçiyor günlerimiz. İnsan buralara göçünce daha iyi anlıyor memleketteki İstanbul zulmünü, İstanbul fenomenini. Bütün yollar, bütün sokaklar kendilerininmişçesine hareket eden, çevresinde kendisinden başka hiç kimse yokmuşçasına, pervasızca gezen bu tuhaf güruhun bir parçası mıydım bende diye düşünüyorum sıkça. Sokaklarda yan yana halay pozisyonunda salınıp, kornaya bastığınızda bön bön bakan ya da söylenen bir tuhaf kitle…

Denize çıksan ayrı dert. Sabaha kadar jeneratör sesi üzerinde anırırcasına “Angara’nın bağları” tadında bir tuhaf ses kirliliği. Deniz bombok, çer çöpten geçilmiyor. Koylar her geçen gün hızla kirleniyor. Kurufasulye menüsüne 500 TL köstüren restoranın iskelesinden denize girerken iki kere düşünmeniz gerek artık.

Diğer tarafta Göcekten bizim payımıza düşense tuz ve ter.