Perseid Göktaşı, Boynuzbükü, Yengeç falan…

Bir kaç gün önce Perseid Göktaşı Yağmuru ile ilgili bir arkadaşın yazısını okuyunca tamam dedim, işte aranan bahane de bulundu. Artık denize çıkılacak, Yengeç’in havuzluğunda yayılıp yatılacak, üst güvertesinde görkemli bir şekilde son nefesini veren asteroidcikler izlenecek; varoluşa şükredilecek dedim kendi kendime. Dedim demesine de haftalardır sürekli ihmal ettiğim düzinelerce iş döndü, dolaştı ve düne kaldı.

Dün sabah saatlerinden itibaren Yengeç’e eşya taşımaya başladık. Toplamda bir kamyon eşya taşıdığımıza yemin etsem çarpacak tanrı çıkmaz. Güneşlenme minderleri, yayılma minderleri, mutfak eşyaları, kap-kacak… bitmedi, bitmedi. Orijinal plan 18:00 civarı üç haftadır tembel tembel yatan demiri alıp, uygun bir köşe bulmak üzere hareket etmekti. Nerdeee…

Her şeyden önce geçtiğimiz günlerde su koyveren emektar bota haksızlık etmişim. Oysa nasıl da hayati bir araçmış kendisi. Şu günlerde bir arkadaşımdan ödünç aldığım düz ve ızgara tabanlı 2,5 metrelik bir şey kullanıyorum ki halim içler acısı. Sığamıyorum, eşya taşıyamıyorum, 6 beygirlik motorun ağırlığı ve gücü başlı başına sorun. Dün sanırım 13 ya da 14 sorti yaptım. Zor iş bu alarga hayat…

Nasıl oldu anlamadan saat oldu 20:00. Nükhet, ben, Zeyno ve üç misafirimizi üç turda taşıdıktan sonra hızlıca aldım demiri, çevirdim pruvamı olası uygun bir koya. Tabi hava kararınca Kaş’taki ilk günlerimi yaşar buldum kendimi. Her yer dolu. Boş görünen yerler nedir, ne değildir hiç bir fikrim yok. Gece seyrini ne kadar seviyorsam, gece manevralarından o derece nefret ediyorum. Osmanağa, Günlüklü, Atbükü derken geldik Boynuz’a. Ay yok, koyun içi bayağı karanlık. Millet çoktan çökmüş çökülesi yerlere. Bir de açım ki, kahvaltıdan beri boğazımdan bir şey geçmemiş. Girdim dibine kadar Boynuz’un, saldım ortalıkta bir yerlere demiri.

Bu arada Yengeç denize indiğinden beri seyir yapmadığından biraz da temkinli ve tedirginim. Sonuçta dokuz ay kadar karada kaldı haspam. Fakat daha demiri alır almaz keyfimi yerine getirmeye başladı. 1200 devirde 6 knot, 1450 devirde 7 knot ve ne titreşim var, ne de tedirgin eden herhangi bir ses. Yağ gibi kayıyor haspam. Kıçımızdaki bot olmasa biraz daha yüklenecektim ama botu gözüm hiç tutmadı. Sonu kör ölür badem gözlü olur hesabı, kaçmasın bir tarafıma diye gözüm gibi bakıyorum resmen.

Demir tuttu. Zaten tutmaması için özel gayret göstermek lazım. Deniz değil göl adeta. Bütün bir gece sallanmadı bile diyebilirim. Neyse, ilk sınavımızı henüz verniği atılmadığı için hala monte edemediğimiz yemek masamızın yerine uydurduğum üst güverte sehpası ile verdik. Yemeğin ardından yavaş yavaş kendime gelmeye başladım. Havuzluğumdayım ulan! Aylar sonra, nefis bir Ağustos gecesi tekrar Yengeç’in kıçındayım. Teknem, benim teknem. Nadiren de olsa keyif teknem.

Keyfim gıcır, gece de nefis olunca önce Callas’tan bir “M. Butterfly”, ardından E. Caruso’dan bir “E luce van stelle”… Yahu gerçekten keyifli bir şeymiş şu tekne sahibi olmak, denizde olmak.

23:00 civarı kayan başladı düşmeye. Ardında iz bırakanlar, sessiz sedasız, silik bir siluetle yok olanlar, “Oha!” deyyu çığlık attıranlar derken sabahın dördünü bulmuşuz. Yüzlercesinin yok oluşunu izledim desem abartmış olmam herhalde.

Gece kendi adıma en önemli kazanımım ay, güneş ve Büyük Ayı dışında bir göksel algısı olmayan bendenizin Pleiades takımyıldızının yerini öğrenmem oldu. Bu sayede salına “The Seven Little Sisters” adını veren William Willis’i de andım uzun bir aradan sonra.

Sabah kahvaltının ardından misafirlerden birini işe yetiştirmek üzere aldık demirimizi geri, başladık yaklaşık yarım saatlik uzuuuun yolculuğumuza. Misafiri bırakınca dedim başlarım plaja da, dalışa da, haydin Göcek adasına. Biraz da orada çimdik. Gün öğleyi devirirken geldik Göcek koyundaki yerimize. Attım demiri, başladım ortalığı toplamaya. Nasıl bilmem, ortalığı toplarken kendimi denizde buldum yine. Nasıl da özlemişim bu hayatı…

Yaa, işte böyle. İstediğiniz kadar deyin, “Adam sanki Atlantik geçmiş de onu anlatıyor.” deyyu. O kısacık, de ki iki saatlik seyir bir kaç Atlantik geçişi değerinde olabiliyor işte. Marjinal fayda dedikleri böyle bir şeydi sanırım iktisat dersinde.