Sado-mazo bir ilişki bu

64. Evet, tamı tamına, yazıyla altmışdört. İpini kopardı Karayel. İnsafsızca hatta haince bindiriyor. Ne demek lan altmışdört. Kükreyen Kırklar’da mıyız yahu. Al işte, yine açıldı fermuarı fukara tentenin. Nasıl açılmasın ki, koskoca yirmibeş tonluk kayık neredeyse yirmi derece yatıyor olduğu yerde. Oturdum havuzlukta bön bön anemometreye bakıyorum. Arada bir de saatime. Sabahın üçü oldu. Son iki saattir bindirdikçe bindiriyor.

Daha yeni uyumuştum ki bir kükreme sesine uyandım. Tam iki dakika kırk saniye sonra havuzluktaydım. Normal koşullarda en az bir saat ayılmak bilmeyen ben, sıcacık yatağımda kütük gibi uyurken bu uğursuz Ocak gecesinde sadece üç dakika içersinde yataktan kalkıp, giyinip, iki kilometre yolu alıp havuzlukta bulabiliyordum kendimi. Hatta hemen marşa bile bastım, küheylan kükreyince biraz olsun rahatladım. Aslında hiç bir sorun yok motorda ama gel gör böyle havalarda ister istemez tırsıyorum. Ya çalışmazsa! Lan deprem olurken bile uyanıp, diğer tarafa döner uyumaya devam ederdim. Hey gidi günler.

Çok geçmeden yine aynı soruları sorarken buluyorum kendimi; ne işim var benim burada? Ne kadar daha esecek? Bu da geçecek mi? Tonozlar dayanacak mı? Pasarella kıyıya vurabilir mi? Soru işaretleri ormanında yolumu kaybetmek üzereyim ki patlayan tente kendime getiriyor bir kez daha. Fermuarın sürgüsü fırlamış gitmiş son gelen sağanakla, tente çılgınca yapraklanıyor. Bir kaç dakikadan fazla dayanması mümkün değil. Ulan aylardır fermuarların bitimine birer cırt bant diktireyim deyip duruyorum, al işte. Yine ihmal, yine kapak! Hızlıca aşağıya inip yedek bir fermuar sürgüsü buluyorum. Tekrar havuzluğa geldiğimde yine okkalı bir sağanak… kendi gelmeden yan teknelerden doğru çığlıkları geliyor. Rüzgara rağmen takabilmek rahat bir on dakika sürüyor. Aklıma güvertede bağlı güneşlenme minderleri geliyor. Onları tentenin içerisinde destek olarak kullanırsam tentenin yapraklanmasını, dolayısıyla ikide bir de fermuarların patlamasını önlerim diyorum. Akıllıca! İyi de güverte uçuyor. Ne güvertesi yahu, Kaş limanı uçuyor. Sesler birbirine karışmış; direkleri döven mandarlar, karşı kıyıdaki teknelerin inleyen koltuk halatları, meydanaki ağaçların hışırtısı… müthiş bir kakafoni, insanın duyularını alt üst ediyor. Bastona kadar gidip çevreyi izliyorum. Bir an boş bulunsam uçup gidecekmiş gibi hissediyorum. Seksensekiz kiloluk cüssemin hiç bir ağırlığı yokmuşçasına…

Minderleri içeri taşımam bana saatler sürmüş gibi geldi ama toplam onbeş dakikamı almış. İşe yaradı, tentelere binen yükü karşıladı ve yapraklanmasını önledi. Biraz olsun rahatladım. Hatta itiraf edeyim, kısa bir süre bir muzaffer komutan edasına bile bürünmüş olabilirm. Kendimi bir çayla ödüllendirebilirim artık.

Saat dördü geçti. Hızını biraz olsun kesmedi şerefsiz Karayel. İkinci çayımı yudumlarken olası aksaklıkları düşünüyorum kendimce. Doğal olarak ilk akla gelen tonozların kopması. Ne yaparım? Genel kanı açık denize çıkıp eğlenmek. İyi de nasıl çıkar bu kayık buradan? Kıçta dört koltuk, başta iki tonoz, 40-45’in altına düşmeyen iskele baş omuzluğumu döven Karayel, iki yanımda komşu tekneler… işte tam bunları düşünürken lanet olası dümenin hidroliği geliyor aklıma. Kontrol ediyorum ve yine dümen boşta, hidrolik eksilmiş. Bunun anlamı şu; yine dışarı çıkılacak, baştaki personel kamarasından yağ alınıp gelinecek. Tenteyi her açıp kapatmak başlı başına bir macera.

Dümen hidroliğini de tamamladıktan sonra tekrar karamsar senaryolara geri dönüyorum. İlk aklıma gelen soru kaplinleri en son ne zaman sıktığım. Bitmek bilmeyen layn sorunu yüzünden hemen her iki saatlik çalışmasından sonra Küheylanın kaplinlerini sıkmam gerekiyor. Hatırladım, kaplinler sağlam. Nerde kalmıştık? Hah, de ki çıkmam gerekti. Önce sancak koltukları atarım diyorum. Bir yandan da izliyorum. Sancak koltuklar rüzgar altında ama kayık öyle geziyor ki… De ki attım, peki ya tonozlar nasıl olacak? İki tonozu bıraktığım gibi geri gelip çok ama çoook seri bir şekilde iskele koltuklarını atıp neredeyse tam yol ileri fırlamam lazım. Hadi len. Peki ya motoru ileri yolda bıraksam, sonra tonozları atsam? İşte yine aynı ormanda kaybolmak üzereyim ki bir halatın kopma sesiyle irkiliyorum. Muhtemelen yan teknelerden birinin halatı koptu. Çıkıp bakmak istedim önce ama neyse ki ikna ettim kendimi hemen; “Önce kendi teknen lan mal!”

Saat beş oldu. Çıkış manevrasını kurgulamaktan mı sıkıldım, yoksa bilinçaltım mı dürttü bilmiyorum ama aklıma şu basit soru geldi; “Ee, sonra?” De ki çıktın, sonra? Limanda aborde olacak bir kaç yer var ama sabahın beşinde, zaman zaman altmış knot’ı aşan rüzgarda aborde olabilir miyim tek başıma? Hiç sanmam. Ee, bunu da geçtik. Limandan çıkayım en iyisi. Marina 6,5 deniz mili. Hemen hemen bir buçuk saat. O kadar mazot var mı acaba?

Yok arkadaş ya, elle tutulur hiç bir yanı yok bu işin. Millet tek başına okyanuslar aşıyor, ben şurada limanın içinde küçüldükçe küçülüyorum hain Karayelin koynunda. Dört saattir havuzlukta oturmuş sadece kafamda kuruyorum. O kadar zihin jimnastiğinin tek bir basit yanıtı var aslında, tek başınasın, yapabileceğin tek şey burada hıyar gibi oturmak ve kendini Karayelin insafına bırakmak. Yapabileceğin neredeyse hç bir şey yok. Karayel insafa gelene kadar burada hıyar gibi oturup sürekli aynı soruyu sormaya devam edeceksin kendi kendine: “Ne işim var benim burada?”

İbibikler öttü ötecek, hala arada elli knot esiyor. Durulmaya niyeti yok. Küfürün bini bir para, devam ediyorum sövmeye; Karayele, Poseidon’a, Kaş’a, Akdeniz’e… Sıkıldım. Hızlıca açıp tenteyi atıyorum kendimi dışarı. Pasarelladan geçip hemen teknenin kıçındaki arabama atlıyorum. Farların ışığında bir süre daha izliyorum. Tek ayağından bağlanmış azgın bir boğa gibi sürekli bir o tarafa, bir diğer tarafa savruluyor, yerinde durmuyor. O koskoca cüssesiyle boyun eğmiş rüzgara, huysuzca kıvranmaktan öte bir şey yapamıyor.

Atladım gittim simitçiye. Çay vardır, poğaça da çıkmıştır. Ohh! Lan zaten ne yapıyorum ki burada oturmuş?

Çayımı içerken biraz kendime geldim. Kendime gelince irkildim. “Ne yapıyorum lan ben burada???” Yarım bardak çayı fondip yapıp fırladım yerimden.

Günün ilk ışıkları havuzluğu aydınlatırken hala kırk-kırkbeş knot esiyor ve ben hala hıyar gibi oturuyorum havuzluğumda.