Salların altınçağı

Sarayburnu’nu döndün mü bir kere…

William Willis, Age Unlimited
William Willis
“Age Unlimited”

15-16 yaşındaydık. İki kıytırık deniz yatağını iple bağlar birbirine, alır başımızı giderdik Seyfi ile ufka doğru. Yeniçiftlik sahilinin iki kanıksanmış delisiydik adeta. Tekneleriyle balığa çıkanlar artık alışmışlardı beline kadar suya gömülmüş ama bir yandan da yavaş yavaş ilerleyen adeta tek bir gövdeden ibaret görüntümüze. Haliyle ilk kez görenler tuhaf tepkiler verebiliyorlardı ama daha çok gülüp eğleniyor, termoslarından kahve ikram ediyorlardı. Nevaleyi doğrultunca toplar oltalarımızı, ellerimizdeki paletlerle kürek çeke çeke ilerlerdik bu kez kıyıya doğru. Şimdi ardımız sıra bakanların yüzlerindeki ifadeleri daha net görebiliyorum.

Benzer günlerden birinde ilk yelken tecrübemizi yaşamıştık yine Seyfi ile. İki kişilik zavallı bir şişme bot, iki çıta ve bir sağlam masa örtüsü: işte ilk yelken seyrimiz. Görünüşe aldanıp hafife almayın, yanılırsınız. Yeniçiftlik’ten kahvaltı sonrası başlayan yolculuğumuz akşamüstü Tekirdağ Limanında sona ererken neredeyse limandaki herkesin yüzünde aynı şaşkın ama gülümseyen ifade vardı. Ve yaşadığımız tek sorun kıçımızda mayo ve koltuk altımızdaki yelkenlimizle yapacağımız yirmi sekiz kilometrelik kara yolculuğuydu…

Yukarıdaki satırlar size çılgınca gelebilir belki ama sorumsuz, hesapsız kitapsız bir yeniyetmenin maceraları değildir söz konusu olan; aradığı yanıtları Kon Tiki’de bulan bir adamın geçmişinden sadece birkaç anekdottur. Temel olgu denizle bir olmaktır, denizle birlikte hareket etmek. Önünde saygıyla eğilmek ve onun karşısında her daim haddini bilmek…

Yirmili yaşlarımda hep şu fikir dönerdi zihnimde: “Sarayburnu’nu döndün mü bir kere, dünyanın bütün denizleri açılır önünde!”

Ta çocukluk günlerimden itibaren hayal kurardım; yüzen herhangi bir şeyin üzerinde Kadıköy’den doğru çıktığım bir yolculuğu kurgulardım kafamda: Sarayburnu’ndan öte, tüm denizlere. Yiyeceğimi, içeceğimi versin birileri derdim, ben giderim gündüz gece…

Ama bir şanssızlık eseri liseden sonra devam etmek zorunda kaldığım Teknik Üniversite yüzünden denizci olma hayallerim suya düşmüş, tek tesellim İ.T.Ü. günlerimde hayatıma giren aletli dalış olmuştu.

Otuzlu yaşlarla birlikte çevremdeki herkes durulmaya başlarken doğal olarak benden de beklenen buydu. En fazla bir ekip bulup onlarla yelken yapmam ya da bir tekne alıp arada bir denize açılmam söz konusu olabilirdi.

Hasbelkader Heyerdahl’in Kon Tikisi’yle alıp başımı gitmemiş olsaydım kim bilir, belki yaşanacak olan da buydu. Ama ne zaman Kon Tiki hayatıma girip başucuma yerleşti, işte o zaman her şey bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişti. Thor Heyerdahl tüm çocukluk hayallerimin ötesine geçmiş, sadece denize ve kadim günlerin mütevazı ve bilge denizcilerine güvenmiş, bir balsa salın üzerinde bırakıvermişti kendini Pasifik’in sonsuz ufkuna.

Çevresindeki herkes Heyerdahl ve arkadaşlarına endişe içinde bakıyormuş. Oysa nasıl da güvenli geliyordu bana, balsa bir salın üzerinde öylece kendini denizin koynuna bırakıverme fikri. Çünkü daha çocukluğumdan beri gerçekten inandığım bir olguydu bu: denize meydan okumak değil, ona uymak, kendini ona bırakmak. Baştankara dalgaları yaran bir tekneyle değil, dalgaların itina ile taşıdığı, en üst noktaya kadar kaldırarak daha sonra zarifçe üzerinden kaymasına izin verdiği bir salla gitmek, pupa yelken!

Salların Altın Çağı

Otuzların sonlarına doğru gelişen empati duygusu da cabası olsa gerek, her an aynı heyecanı tekrar tekrar yaşar oldum okuduğum her satırda. Ve yol arkadaşlarım da giderek zenginleşti, çoğaldı araştırdıkça, okudukça.

Çocukluk günlerimin ilk yelken deneyimi gibi bir şeydi benim için Bombard’ın yolculuğu. Bir bilim adamının zihni nasıl bir takım verilerle çalışıyorsa elbette ergen beynimin de benzer girdileri vardı; “gitsek gitsek Nara burnuna kadar gideriz” gibi. Yoktu aslında onlardan bir farkım serüvenlerimizin boyutları dışında. Nasıl Bisschop denizcilik bilgisine güveniyorsa, Heyerdahl kadim günlerin denizcilerine, Willis varoluşla olan benzersiz bağına… biz de biliyorduk ki biraz ilerisi Tekirdağ, olmadı Şarköy, de ki dirise etti Poseidon’un oğulları, karşısı boylu boyuna Güney Marmara ve Marmara Adaları; o da olmadı Sestos-Abydos arasında binlerce yılın görmüş-geçirmiş Nara Burnu, yeter ki güvenelim kırçıl denize…

Kırklı yaşların yamacındayken bugün artık en azından durulma umudu gerilerde kaldı. Çünkü, “tek midir bu çılgın Viking” sorusunun peşi sıra giderken geçen yıllar dönüşü olmayan fikirler kazıdı zihnime. İnsanoğlunun deniz macerasını ne denli hafife aldığımızı fark etmekle başladım önce, derken öyle kahramanlar tanıdım ki, nasıl olur da satır aralarından öte yer bulamamışlardır denizci güncelerinde diye başladım önüme gelene anlatmaya…

William Willis’i duyanınız var mı? Eminim vardır, ama kaç kişidir? Oysa insanın denizle ilişkisinin destanıdır William Willis’in tüm yaşamı. Ya da kendi halinde bir doktor olan Alain Bombard’ın tek derdinin aslında “insanların açık denizde hayatta kalmasının yollarını ispatlamak” olduğunu bilir misiniz? Atlantik’i aştığı sıradan bir botu “Zodiac” gibi efsane bir marka haline getirirken bir yandan bir varoluş destanı yazmıştır o da Atlantik’in sularında.

Ya da neredeyse tamamı denizlerde geçmiş bir yaşam düşünün, ama denizlerde derken Karaköy-Kadıköy arasında ya da Karadeniz boyunca değil; dünyanın tüm denizlerinde… Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanusları, Akdeniz, Ümit Burnu, Uzakdoğu, neredeyse tüm Pasifik adaları… ve bir gece Rakahanga resifinde sona eren bir yaşam! İşte size Eric de Bisshop ve akıl almaz yaşam öyküsünün duraklarından birkaçı.

Kimi de inancının peşi sıra attı kendini denizlere, mesela Devere Baker: Mormonların Kutsal kitabı kılavuzu oldu balsa salının pruvasında, Lehi 1-2-3-4 ekspedisyonları boyunca… tüm yaşamı inancının izlerini sürmekle ve sevgi-barış ikilisini insanların yaşamlarına yaymaya çalışmakla geçti.

Carlos Caraveda atalarının binlerce yıl önce yaptığı gibi soydu balsa kütüklerini Callao limanından başlayacak serüvenine hazırlanırken. Ve yine atalarının kadim günlerde yaptığı gibi, balsa sallardan biriyle Humbolt akıntısına bırakıverdi kendini. Kendi kültürünün elçisi olmanın gururuyla vardı Fransız Polinezyası’na.

Kırklı yaşlarımın yamacında hala zihnimde aynı fırtınalarla Haydarpaşa önlerinde ufka doğru bakıp kendimi bir salın üzerinde hayal ederken, belki de “deli” ya da “meczup” olmadığımı göstermek, birçok benzer öykünün yaşanmışlığını paylaşmak istediğimden; hatta itiraf etmeliyim, belki de en çok canıma okuyacak anamı ikna etmek ya da delirdiğimi düşünen dostlarıma delirmediğimi ispat etmek isteğimden doğdu Salların Altın Çağı.

Salların Altın Çağında pupa yelken sonsuz ufukları aşmış bilinen-bilinmeyen tüm denizcilere gıpta ve SAYGIYLA!