2 Ağustos 2014
Sonunda Kaş Limanı’nın önündeyim. 64 günlük yolculuk birazdan bitecek. Ağır ağır limana yaklaşırken bir yandan kıç halatlarını hazırlıyorum. Ağır ağır Sahil Güvenlik’in önünden doğru ilerlerken liman görevlisini görüyorum. Daracık bir yerden bana sesleniyor, önündeki kıçım kadar yeri işaret ediyor. O ana kadar muzaffer bir komutan edasıyla gülümsüyorken ayılıp kendime geliyorum. Yengeç’le Kaş Limanı’nda ilk manevramız olacak bu. Yüzümdeki gülümsemeyi silip daha ciddi bir ifade takınıyorum.
Yengeç’in kafasını karşı kıyıya doğru iyice verip demiri salıyorum. Bolca kaloma bırakıp doğruca dümenin başına koşuyorum. Hava sakin, bu büyük şans. Ağır ağır veriyorum tornistanı. İki fiber yelkenlinin İngiliz sahipleri dehşetle izliyorlar, koca götlü kızım teknelerine doğru yaklaşırken. Bir kaç manevrayla ikisine de dokunmadan giriyorum yerime. Kıç halatlarını karada bekleyen ve önümüzdeki günlerde hayatımın kabusu olacak görevliye atıyorum. Sormadan ne istediğimi hemen afili bir izbarço atıyor. Diğerini de alıp bağladığı gibi dönüp kıçını uzaklaşıyor.
Demirin boşunu alırken biraz bozulduğumu farkediyorum. Tamam, bando mızıka falan beklemiyordum ama ortalama bir insan dahi en azından bir merhaba ya da hoş geldin der diye geçiyor aklımdan. Bir kaç dakika sonra motoru stop ediyorum. Bitti! 64 gün süren alacakaranlık kuşağı sonunda geride kaldı. Adet olduğu üzere bir sigara yakıp yayılıyorum havuzluğa.
Hiç bir şeye elimi süresim yok. Atlıyorum, doğru Noel Baba’ya, çay, tost ve üzerine soğuk bir bira. Dostlar daha dalışta. Bir saat sonra dönüyorum tekrar. Susa sarayına ilk kez giren Alexandros’ın ki gibi bir ifade var hala suratımda. Muzaffer, gururlu hatta biraz da kibirli olabilir. Kolay mı, üç deniz, 700 mil yol, sayısız arıza, binlerce insafsız dalga, açlık, parasızlık, susuzluk… hepsi geride kalmış, Kaş’tayım. Geride kalan hayatımın en zor sınavını bana göre -geçer- notla tamamlamışım 🙂 Hiç çalışmadığım yerlerden gelen sayısız havaya, arızaya, aksaklığa rağmen. Bu kadarcık da olmalı gibi 🙂
Öğleden sonra dostlar tek tek dönmeye başladılar dalıştan. Kimisiyle ayaküstü, kimisiyle uzun uzun merhabalaşırken akşam oluverdi. İlk akşam Hasan Kaptan’ın Anemon teknesinde geçti. Ben anlattıkça onlar kahkahalarla gülüyordu. Tabi bende. Zaten belki de buradaydı denizin büyüsü. Daha bir gün önce Patara’yı bombalamak, Yengeç’i verip karavan almak ya da Kötü Burun’un derinliklerine gömmek gibi düşünceler uçuşuyordu kafamda. Ve şimdi hep birlikte gülüyor, eğleniyorduk geride kalan yolculuğu anlattıkça.
Sabaha karşı havuzluğa kıvrılıp uyumaya çalıştım. Beceremedim. Gün doğarken yine uyanıktım. Son iki aydır hep olduğu gibi…
Kaş’taki ikinci gün tuhaf bir rehavet içinde başladı. Demir almak yok, seyir yok, kafadan bindiren dalgalar, ıstralyaları titreten rüzgarlar… hiç biri yok. Sıcak, ama çok sıcak ve göz kamaştıracak kadar aydınlık bir sabah. Yengeç’in altında masmavi sular; bir baraküda sürüsü geziyor altımızda, bir devasa gümüş sürüsü. Hal böyle olunca hep Orhan Veli düşer aklıma:
“Heeey! Ne duruyorsun be, at kendini denize!”
Öğleye doğru iki liman görevlisinden birisini yakalayıp dedim ne vereceğim ben yıllık. Teknenin boyu*400 TL dedi. Bana daha düşük bir rakam söylemişlerdi aslında ama yine de iyi dedim. Bana uyar. Yıllık bağlayacağımı söyledim ama pek de kaale almadı nedense.
Öğle saatlerinde limanda gezinirken bir İtalyan peyda oldu. Benimkinden dahi berbat bir İngilizce ile Yengeç’in kaptanı sen misin diye sordu. Ben de he dedim, benim. Bu eski Tamomar teknesi değil mi, Philippa’nın deyince birden sevindirik oldum. Meğer bizim İtalyan Yengeç’in ilk sahibi ile arkadaşmış ve ilk günlerini bilirmiş. Biraz ayaküstü sohbet ettik ve yollarımıza devam ettik.
Geri döndüğümde pasarella’nın dibinde bir adamı bekler buldum. Kendini tanıtıp, tekneye bir bakabilir miyim dedi. Ben de her zaman ki gibi, sorma bile, kendi teknenmiş gibi gez rahat rahat dedim. Güvertede bir tur attı, kamaraları gezdi, makine dairesini gözden geçirdi, sintineye baktı. 10 dakika sonra havuzluğa yanıma gelip “satmayı düşünür müsün?” diye sordu.
Ulan, iki aydır yoldayım, başıma gelmedik kalmamış, cepte metelik kalmamış ve adam geçmiş karşıma soruyor. Ulan dedim, iki ay önce sorsaydın bu soruyu ensenden tuttuğum gibi atardım seni tekneden ama öyle bir zamanda geldin ki…
Satarım dedim, ama kıvırabilirim de. Kaç para isterim bilmiyorum dedim ama ucuz değil bilesin. Bir fiyat belirlememi istedi ve gitti.
Hasan kaptanın yolunu tuttum. Ona anlattım, dedi sana büyük ikramiye vurmuş, Alessandro bir şeyi istiyorsa neyse öder alır. Sevinmeli mi, üzülmeli mi bilemedim. Hasan kaptan dedi ben konuşayım, 100.000’den açarım kapıyı. Çok da içime sinmiyor ama tekneye bakmaya gelen adam Hasan kaptanın akrabasıymış, hadi o zaman dedim, top sende. Son neye bırakalım diye sordu, abicim dedim, ben 75’e fitim. Bir kaç gün sonra da Nükhet’i almak ve İstanbul’da kalan işleri toparlamak üzere yola koyuldum.
Bu arada Yengeç kadim dost Olcay’a emanet edildi.
İstanbul’daki üçüncü günümde Hasan kaptan aradı ve ben dedi 80.000 €’ya kadar getirdim, gerisi sende. Bir dakika ya dedim, euro’mu??? Kaptan dedim, sen ne diyorsun, baştan söyleyeyim, öpüşmem! O günden sonra Kaş’a dönene kadar günlerimin bir kısmı katamaran arayışıyla geçti. 🙂
Bir yandan katamaran bakıyorum ama bir yandan da nasıl olacak bu iş diye kara kara düşünüyorum. Bahsettiğim şey Yengeç, Yengeçsiz bir hayat. Bir yandan inanılmaz hafifletiyor düşünmek bile, ama bir yandan da bir şeyler düğümleniyor insanın boğazında…
Limandaki dördüncü günümde iki liman görevlisinden daha kıdemli olanı kesti yolumu.
“Ne kadar kalacaksın?” diye sordu.
“Yahu” dedim, “ilk geldiğim gün söyledim, ciddiye almadınız herhalde beni. Bundan sonra buradayım. Evimi aldım geldim.”
“Yalnız günlük 65 TL olduğunu biliyorsun di mi, sonra sorun olmasın.” dedi.
Ve Kaş’ın alacakaranlık kuşağı da bu konuşmadan itibaren başlamış oldu. Adama yahu dedim, daha dün sordum, bir yıllık bağlayacağım, fiyatı da ok. “Yerimiz yok.” dedi. “Len” dedim, “bak orada bağlı benim teknem, limanın dışında bir yerde değil.”
“Olmaz.” buyurdu, “Charter tekneleri geliyor, bir tek onlardan para kazanıyoruz.” diye de açıkladı sağolsun. Olabildiğince kibarca bu surete alışın çünkü hiç bir yere gitmiyorum, bir şekilde çözülecek bu konu dedim ve o günlük geçiştirdim. Ertesi gün de Şehr-i İstanbul’un yolunu tuttum…
Sürgün bir hafta sürdü ve sonunda tekrar yeni vatana döndük. Yengeç bıraktığım gibi. Hatta Olcay sağolsun bir ucundan vernik bile atmış kasaraya.
Sabah devletlü liman görevlilerinden biri, 30 yıldır burada çalışanı, İngiliz bayraklı bir tekneye Kaş Limanı Hizmet Paketini uygularken uyandım. Tüm birikimi ve görev bilinciyle seslendi yine yelkenlinin kaptanına:
“Angır, angır.”
Bir yandan da sağ elinin işaret parmağıyla karşıya doğru işaret yapıyor ama gelin görün ki bu denizcilikten nasibini alamamış İngiliz kaptanların hepsi böyle, mal mal bakıp paralize oluyorlar. Oysa adamın biri size işaret parmağınla bir yerleri gösterip bir yandan da “angır, angır” deyyu kükrüyorsa bunda anlaşılmayacak ne var? “Limanın ortasında tonoz zinciri var, onun ilerisine demirinizi bırakıp kıçtan kara yaklaşın” demenin hele ki İngiliz dilinde daha açık bir yolu olabilir mi?
Haddim olmayarak İngiliz kaptana durumu izah ediyorum ve böylelikle rutin bir Kaş sabahı daha başlıyor.
Saat 10:00 olduğunda tüm dalış ve gezi tekneleri bir biri üzerine yığılarak çıkış ritüelini gerçekleştirecekler. Mutlaka bir yelkenli ya da charter teknesi tam bu kaosun ortasında çapasını tonoz zincirine takacak ve trafik duracak. Çapayı kurtarmak için debelenirken ötesinden, berisinden geçmeye çalışacak diğer teknelerin bir kısmı. Parasına kıyarsa bi dalgıç çağıracak, olmadı bi ileri, bi geri debelenecek. İlk zamanlar hazır scuba’m olduğundan hemen inip çözüyordum hayrına, uyarıldım sonra. Bedava olmaz dediler.
“Ama dedim denizcilik, yardımlaşma…”
Neyse, öğleden sonra bizim İtalyanla konuşmam lazım. Bir kaç katamaran var. 80.000’de iyi para ama gel gör yol boyunca Yengeç’in ilk fotoğrafını gördüğüm günden itibaren, tüm serüven dönüyor zihnimde sürekli.
Bodrum’da ilk karşılaşma, zehirli atarken çektiğim zulüm, masalsı İstanbul seyri, sarı tentenin altında geçirdiğim uzun kış geceleri, Marmara gezileri… keyifli, sıkıcı ne varsa sürekli dönüyor zihnimde. Nasıl olacak bu iş?
İki gün boyunca değişik uğraşlar ve mazeretler bularak Alessandro’yu aramamayı başardıysam da sonunda Nükhet’in de itelemesiyle ne olacaksa olsun dedim.
Alessandro uzun yıllarını burada geçirince işi kapmış aklınca. “Ben araştırdım, 35.000 € veririm.” dedi. Güzel Türkçemin içinden ilk anda dilimin ucuna gelenlerin aksine “söz konusu bile olamaz. Konu kapanmıştır. Size iyi günler” gibi kişiliksiz bir cümleyi seçerek katamaran hayalini 20 sene daha ileri iteledim.
Vefa, tutku vs duygular bir kez daha mantığın üzerinde tepinirken Yengeç de aynı günün sonunda reperuarına yeni eklediği elektrik arızasıyla resmi tamamladı. Ne derece isabetli bir karar verdiğimi teyit eder gibiydi. Ya da “daha seninle işim bitmedi” der gibi 🙂
Efenim Kaş’ta adaptasyon süreci çöl sıcağı altında bol bol yıkanarak ve yüzerek ilerlerken Yengeç’te bağlı olduğu yerde sabrın sınırlarını zorlayan yaratıcı atraksiyonlarına devam ediyor. Hatta bugün sanırım zirve yaptı.
Bir kaç gün önceden gelelim. Geçen sene pert olup yenisi ile değiştirdiğim macerator bir kaç gün önce su koyverdi. Onu da yeni havalandırma sistemim sayesinde anlayabildim. Baş kamarada kesif bir koku…
Pis su tankının aslında ultrasonik bir göstergesi var ama gel gör ki bir türlü tamamını bastığımdan emin olamadığım için kalibre edip de huzurla kullanmak kısmet olmadı. Kaş limanında her türlü atığınızı pedestallerin dibindeki gidere kendi imkanlarınızla basmanız gerekiyor. Bu da narin macerator’e biraz fazla yüklenmek, 15 metre kadar boka batmak üzere hortum alarak narin bütçeye fazla yüklenmek anlamına geliyor. Hal böyle olunca yine eski usül MARPOL’e uygun bir seyirle hacetimizi görmeye devam ettik. Ta ki önceki gün Limanağzı’nda yüzdükten sonra döndüğümüzde hala baş kamaradaki koku bir şeylerin boka sardığı ya da saracağına dalaletti.
Test edince macerator’ün aslanlar gibi çalıştığını ama gel gör bi halt basamadığını gördüm. Geçen sene küfrede küfrede yaptığım işlere yeniden bulaşmam gerekti tabi. Macerator’ü sökünce kollarından mahrum kalmış, kendine kendine dönen bir impeller çıktı karşıma. İtiraf etmeliyim ki sevindim. Tüm derdim bir impeller olsundu yeterki.
Marinadaki dükkana yollandım. Adamın elinde bir tane impeller var ama gel gör tam olarak emin olma mümkün değil. Çapı ölçtüm, dedim yürü…
Hemen dönüp temizlediğim pompaya impeller’ı da takıp yerine monte ettim. Denemek için çalıştırdım ama o da ne, ses var görüntü yok! Gün geceye kavuşmaya başladığından okkalı bir küfür ederek ertesi güne havale ettim.
Dün bir dostun dalış merkezine misafir olunca tamirat işi yalan oldu. Tabi hepsi bahane, bir kez daha sökmeye elim varmıyor. Geçen sene de iki kez boka batmam gerekmişti ve her aklı başında insan evladı gibi pek de keyif aldığım söylenemezdi.
Bugün kahvaltıdan sonra önce eski macerator’ü bulup onun impeller’ını söktüm. Sonra mevcut sistemdeki pompayı yeniden söktüm ki bir önceki gün taktığım impeller’ın yarısı yenmiş gitmiş. Neyse, tekrar impeller değiştirip pompayı bol küfür eşliğinde yerine geri taktım. Küfürlerin aslan payını pompayı öyle abuk bir yere ve ucu ucuna yerleştiren usta kaptı. Umut, heyecan vb safiyane duygularla tekrar pompayı çalıştırdım. Fakat yine ses var, görüntü yok. Deli olacağım!
Bir ara gözüm üzerindeki minder ve kapakları aldığım pis su tankına takıldı ve irkildim; tank şişmiş! Zaten tam da o anda olan oldu, bir patlama sesi ile Yengeç’in salonu boka battı! İlk bir dakika içerisinde yaşadığım şoku anlatabilmem mümkün değil. Belki de hayatımda ilk kez paralize olup mal mal tanka ve tanktan sızan boka bakakaldım. Yahu her duruma hazırlıklıyım ama gel gör insan böyle bir durumda ne yapar, hiç bir fikrim yok. Eline bir şeyler alıp dalamıyorsun, hareket edemiyorsun, önce sızıntıyı kesmek lazım ama nasıl!!!
Bir dakikalık bocalamadan sonra hemen sintine pompasını gidere bağlayıp devreye aldım. Ardından bir kaç yan teknedeki dostum (aynı zamanda GEKO ve Yengeç’in gediklisi) Olcay’a koşturdum. Len adama diyecem “yetiş boka battık!” fakat adam bir elde soğan, diğerinde bıçak yemek hazırlıyor. Kısa bir açıklamanın ardından diğer arkadaşım Altay fırladı benimle beraber. Tankı boşaltmamız lazım ama nasıl? Zaten daha ne olduğunu da tam olarak kavrayabilmiş değilim. Ayılmaya başlayınca Altay’a dedim bağlantıyı tersine çevir, çevirdi ve macerator basmaya başladı. O arada sintine için kullandığım hortumu macerator’ün çıkışına bağlamıştık. Tabi o anda aydınlandım. Tankı boşaltacağıma basmışım deniz suyunu, şiştikçe şişmiş fukara tank. Hala anlayamadığım nokta ise kabloları karıştırmamak için oje ile işaret koymama rağmen nasıl oldu da böyle bir kazmalık yaptım???
Macerator öte öte basmaya başladı ama bir yandan da tankın altından doğru sızdıkça sızıyor sintineye doğru. Delirmemek saçma! Koku tarifsiz. Son bir ayın tüm organik envanteri Yengeç’in salonundan sintineye doğru sızmakta. Derken macerator önce söylenmeye, sonra inlemeye başladı ve sanırım en sonunda da okkalı bir küfürle ömrünü tamamladı. Bu arada Altay dalışa gitmek zorunda olduğundan çoktan kirişi kırmıştı. Tankı şöyle bir yoklayınca boşalmış olduğunu farkettim ve tüm bu koşullar içinde sevinebilmeyi başardım:)
Gider hortumunu tekrar sintine pompasına takıp bir yandan sintineyi basmaya devam ettim. Şimdi sırada tankı söküp derdini anlamak vardı. Patlama sesini duyduğum anda bağlantılar gelmişti aklıma. Ama gel gör bağlantılar olmuş kemik, sökmek ayrı dert. Hatta alt bağlantıyı sökerken bayağı bir asılmam gerekti. Öyle ki bağlantı hızla kurtulduğunda duvarlar, ben ve bir miktar kitapta boktan payını alırken ben de böylelikle mevzuyu bir de sıvamış olmanın huzuruna erdim.
Tüm bağlantıları söktükten sonra yine bu işi yapan ustaya söverek tankın üstüne atılmış iki ahşap hatılı söktüm. Tam da o sırada hala kusmamış olmama şaşırdım. Kendimden şüphe ettim hatta, yuh dedim! Hatta tüm bu koşullar altında acıktığımı farkettim ki bu duruma ben bile çüşşş dedim.
Sıra tankı olduğu yerden çıkartmaya geldiğinde koşullar hepten tatsızlaştı. 240 litrelik şerefsiz tank alt çizgisi boyunca boydan boya yarılmış. Bunun anlamı, oynattıkça daha çok bok demek! Tankı olduğu yerde diktiğimde ise altında gördüğüm manzara en azından bir süreliğine umutsuzluğa kapılmama neden oldu. Tankı iskeleye kadar çıkartırken ortalığı daha fazla batırmamak için kıyıda köşede kalmış ne varsa kullandım, hatta bornozlarımdan birini bile kurban ettim. Tankı kıyıya aldıktan sonra altındaki kısmın temizliği ile ilgili detaya girmemi istemezsiniz ama aklınızda olsun, en kolay pamukla temizleniyor 🙂
Bu kısmın temizliği bir saat kadar sürdü. Sonra yemeğe gittik 🙂
Yemekten dönerken çamaşır suyu ve bolca deterjan ikmali yaptık. Sonraki ikibuçuk saat boyunca çamaşır suyu ve deterjan su gibi aktı ama hala geceyi teknede geçirebileceğimizden emin değildim 🙂
Sonunda temizlenme sırası bana geldiğinde sanırım sekiz saat geride kalmıştı.
Şimdi boydan boya yırtık bir tank, geberik bir macerator dışında her şey yolunda. Ama sabah itibarı ile WC 1 TL 🙂 Ve ta limanın öte ucunda
Kıssadan hisse; tekne işi bok iş vesselam :—-)
Ağustos ilerledikçe bir limanda yaşamak ne mene bir şeymiş öğrenmeye başladık. Bir çok açıdan keyifli aslında. Sürekli bir hareket var; çeşit çeşit tekneler, giriyorlar, çıkıyorlar, demir atıp, demir takıyorlar. Bazı teknelerin seslerine öyle alıştım ki daha limana yaklaşırken anlıyorum geldiklerini.
Kaş limanı başlı başına bir fenomen aslında. Yıllar önce balıkçı barınağı iken -ne alakaysa- Maliye Bakanlığı bir ihale açarak bir kısmını balıkçılar kooperatifine kiralamış, bir kısmını da belediyeye. Şimdiki statüsü kocaman bir soru işareti. Belediye marinası diyorlar ama gelin görün böyle bir tanım en azından mevzuatta yok:)
Liman sahası aynı zamanda spor kulübüne otopark olarak kiralanmış. Yani teknenizin kıçında araç görmeye alışmalısınız. Tabi daha da neşelisi aynı liman sahasının, yani otopark ve teknelerin işgal ettiği liman sahasının aynı zamanda yamaç paraşütü iniş pisti de olması. Hakim rüzgar batı-güneybatı olunca paraşütlerin inişi bambaşka bir alem. Yelken direklerini yalayarak inen paraşütler zaman zaman meydanda salınarak yürüyen yayalar ya da hareket halinde taşıtlarla da burun buruna gelebiliyor.
Liman görevlileri pek bir sevimliler. Telsizleri, botları ya da yabancı dilleri yok ama çok afili izbarço atıyorlar. Limanın güvenliği apayrı bir fenomen. Bir yangın tüpü bile yok. Bir tekne batsa ya da bir sızıntı falan olsa liman görevlilerinin yeterlikleri koşarak radyasyondan kaçan benzerlerinden aşağı değil.
Bir diğer mevzu da charter tekneleri. Gece olduğunda tam bir kabus oluyorlar. Yüksek volümlü müzik, bağırış, çağırış… başlı başına bir huzursuzluk kaynağı oluyorlar. Hele bir de küfür dağarcıkları var ki, ben bugüne kadar küfrettiğimi sanıyormuşum. Mesela geçenlerde bir tanesi ile aramızda geçen konuşma şöyle bir şeydi:
-”Abicim rica etsem bir onbeş dakika koymadan durabilir misiniz? Sadece merak ettim yani, mümkün olabilir mi?”
-”Pardon abi ya, çok mu abarttık? Çok afedersiniz.”
Sonucu merak edenler için, 10 dakika bile sürmedi. Hatta ertesi sabah Nükhet “Yeter ulan!” deyyu daldı mevzuya. O işe yaradı mı, ı ıhh 🙂
Daha önce de bahsettiğim gibi limanın tam ortasından ana tonoz zinciri geçiyor. Ola ki girecek olursanız unutmayın. Demiri mutlaka ilerisine atmak gerekiyor. Aksi durumda demiri takmama ihtimaliniz yok. Bu durum genelde can sıkıcı olsa da çoğu zaman rutin yaşantımıza hareket de getiriyor. Mesela Ağustos’un ilk haftası 37 metrelik görkemli bir yelkenli tüm uyarılarımıza duyarsız kalıp taktı demiri. Daha sonra da tüm heybetiyle Yengeç’in üzerine yaslandı ki ürpertici bir görüntüydü
Ağustos’un son günlerine doğru hayattaki en önemli değişiklik patlayan bok tankı ve sonrasındaki tuvalet eziyeti oldu. Hikayesini ayrı başlıkta paylaşmıştım zaten, daha fazla boka sarmayayım.
Yolculuk boyunca Facebook üzerinden yazıştığım ama tanımadığım bir “Facebook” arkadaşım vardı. Oh hayat sana güzel dedikçe atla gel sende demiştim. Ağustos’un son günlerindeki tek sürpriz atlayıp gelmesi oldu. Böylelikle tanışmış olduk. Aynı gün bir de kadim dost çıkıp gelince Yengeç’in mevcudu Olcay’la birlikte 5 kişi oldu.
Sürpriz misafir Göker ve kadim dost Harun’un gelmesiyle her gün denize çıkar olduk. Limanağzı’na gidip tonoza bağlanıp dalıyor, meradaki inekler misali deniz çayırlarını yiyen Caretta caretta’ları izliyorduk keyifle. Caretta nüfusu patlamış vaziyette. Denizin üzerinde, altında, limanın içinde; her an, her yerde karşılaşmak mümkün. Ama benim favorim bir yavru. Akıntı halatının ucuna bağladığım usturmaça suya düştüğü gibi gelip onunla oynamaya başlayan piç mi piç bir yavru 🙂
Yeri gelmişken, Kaş’ın sualtını pek sevmem. Hele Marmara’dan sonra terk edilmiş topraklar gibidir, göz alabildiğine kıraç, renksiz. Denizi ne denli görkemliyse, sualtı o denli zavallıdır. Ama Limanağzı, daha doğrusu Fener biraz olsun sempati duymamı ve yeniden Kaş’ta dalış yapmaktan keyif almamı sağladı.
Önceki günlerde peyda olan elektrik sorunu ve patlayan bok tankı yetmiyormuş gibi bir de buzdolabı ara ara devreden çıkmaya başladı. İlk başlarda akülerin şarj tutmamasından olduğunu düşündüm. Gelen elektrik ustası akülerin durumunun pek parlak olmadığını söylediyse de ben hala tesisatın mantığını çözmeye çalışıyor ve ara ara redresörü devreye sokarak aküleri şarj etmeye çalışıyordum.
Derken gömdük bir Ağustos’u daha…
Eylül sıkıntılı başladı. Aküler ve bok tankına bir de buzdolabı ve hidrofor pompası eklenince hayatın tadı kaçtı iyice. Derken ana sintine pompası da kervana eklendi. Ha bir de emektar dingi resmen bitti. Bilmem kaç ayrı yerinden birden açılıp koyverdi kendini:)
Buzdolabının Danfoss kompresörü daha hepi topu birbuçuk senelikti ki koyverdi. Yenisi için işçilik hariç 800 TL dediler. Çözüm olarak en azından bir süreliğine buzdolapsız yaşamayı seçtik. Daha doğrusu seçmek zorunda kaldık. Hidroforun durumu daha da sinir bozucu. Tanklı hidroforun triger kayışı kopmuş. Aynı diş aralığında ve ölçüde kayış yakın coğrafyada bulunamadı. İstanbul’da ithalatçısını bulduk ama kayışı görmeden bir şey diyemem diyor. Bu arada kayış Fethiye’den bakmak üzere alan arkadaşla birlikte sırra kadem bastı. Bir dostun babası İzmir’den bir kayış buldu getirdi ama ne ölçü tuttu, ne de diş arası. Sıkıştırarak taktım yerine. Gel gör her on dakikada bir kayış atıyor. Kaldır kapağı, dal makine dairesine, tak yerine…
Eylül itibarı ile liman görevlileri de sanırım dönemlerine girdiler. Önce afra tafra yapmaya başladılar. Yaşlıca olanı bir ara beni çevirip iki ay oldu, beş kuruş ödemedin gibisinden bir şeyler zırvaladı. Bende belediye ile görüştüğümü, bir formül bulunmasına çalıştığımı söyledim ama tabi 30 senede sadece “angır” kelimesini öğrenebilmiş bir yetenek karşısında pek de ikna edici olamadım sanırım. Neyse, yine tuttum belediyenin yolunu. Limana bakan belediye görevlisine durumu izah ettim. İlgili ve yaratıcı bir adam çıktı. Yengeç için bir kereye özel 39,375 TL verirsem yıllık 4,800 TL karşılığı bir yerim olabileceğini söyledi. Sempatiden nasibini almamış bu durum karşısında biraz çemkirip avukat arkadaşımın yolunu tuttum. Durumu anlattım. Yazılı olarak başvurup tarifelerini almaya çalışalım falan gibi bir yol belirledik. Derken aynı günlerde elektrik almak için gittiğimde “sana elektrik veremeyiz” dedi hazreti liman görevlileri. Sakin kalmaya çalışarak bu kez belediye başkanına gittim. Kapısından girdiğim anda pek sevemedik sanırım bir birimizi. Kendisine Kaş’a yerleştiğimi, hiç bir yere gitmeye niyetim olmadığını, kıyak istemediğimi sadece yıllık bağlama talep ettiğimi ya da Ağustos – Ekim ayları için makul, mantıklı bir rakam çıkartmalarını bir de limanda görevli palyaçolarına asgari de olsa bir ayar çekmelerini talep ettim. Ve tabi döndüğümde de elektrik alabilmek istediğimi belirttim. Kibarca ellerinden ne geliyorsa yapmaya çalışacaklarını söyledi ve çıktım.
İkinci ayımda limanda işgalci konuma düştüm. Elektrik ve suyu ancak dostların kartıyla alabiliyor ve döndüğümde yerimi bulamamak kaygısıyla denize de çıkamıyorum. Kaş deneyimi Eylül ile birlikte daha da ilginç bir hal almaya başladı.
Eylül’ün sonuna doğru yaşam aynı tempoda akarken bir gün çözüp palamarı Göcek’e gitmeye yeltendiysem de sonra kalıp iki palyaçoya kapak olmaya karar verdim. Başladık karşılıklı olarak birbirimizi taciz etmeye…
Hidroforsuz, buzdolapsız, dingisiz ve bol gerilimle geride kaldı Eylül.
Ekim bayram telaşıyla başladı. Hemen öncesinde üç gün süren fırtına kışa dair biraz fikir verdi. Liman içinde 36-38 knot civarında esen günbatısı ve lodos çok baş ağrıtmadı ama 3-4 gün sürünce baydı.
Bayramdan hemen önce bağlı olduğumuz yerin de bir sahibi olduğunu öğrenince yine liman içerisinde bir yer değişikliği yapmak gerekti. Tonozumuzu, masalarımızı, mangalımızı ve bot enkazımızı alıp 5 tekne kadar liman dışına doğru kaydık ve yeniden yerleştik. Bu arada bizim emektar dinginin içerisine 5-6 tane gümüş balığı yerleşmiş, mutlu mesut yaşıyor. Onları görünce botu suda bırakıp kendi çapımda bir balık çiftliği kurdum:)
Bayramdan hemen sonra bir gelişme daha oldu. Liman görevlileri bize elektrik veren iki arkadaşımızı tehdit etmişler.
“Bu limanın bir düzeni, disiplini var. Bozuyorsunuz. Biz onlara tavır koyuyoruz, siz engel oluyorsunuz. Bundan böyle size de elektrik vermeyeceğiz.”
Aslında bundan hemen bir iki gün önce de başka bir arkadaşımla üstü kapalı bir mesaj gönderip, dertlerini dile getirmişler.
“Bize gelse, idare edin dese ederdik ama adam bizi muhatap bile almıyor, beş kuruş ödemiyor.” gibi bir serzenişte bulunmuşlar. Zaten ilk geldiğim günlerde başka arkadaşlarım da ceplerine 100-200 sıkıştır idare ederler demişti, hadi len demiştim. Daha neler.
Bana böyle bir tehditte bulunsalar son derece eğlenceli olurdu ama arkadaşlar üzerinde gayet etkili olmuş. Ne de olsa herkes kendi derdinde. Sonuç olarak Ekim başından itibaren elektrik ve su imkanımız tamamen kesilmiş oldu. Lanet olası aküler şarj tutsa çok da dert değildi aslında ama bu durum ciddi boyutlarda can sıkıcı olmaya başladı. Yine soluğu belediye başkanında aldıysam da meşguldü, görüşemedik.
Geçen hafta bu koşullar altında daha önce vermiş olduğum bir söze istinaden İstanbul’a gitmem ve bir foruma katılmam gerekti. Sanırım çağırdıklarına, çağıracaklarına pişman oldular.:) İyi tarafı buzdolabı kompresörü ve hidrofor kayışı oldu. Danfoss kompresörün ithalatçısı değişmiş. Kafadan 800-900 TL istedikleri kompresörü 450 TL’ye buldum. Bendeki beyin sağlam, istemiyorum bunu deyince beyine de bir müşteri bulduk ve sadece 290 TL’ye aldım. Ardından meşhur Karaosman firması ile tanıştık. Telefondakinin aksine son derece ilgiliydiler. Sonunda emektar hidroforun kayışını da bulduk, siparişini verdik. En azından iki kalemi silmemi sağladı İstanbul seferi.
İstanbul’a gelmeden önce bir de neşeli gelişme oldu aslında. İstanbul’da tasfiye ettiğim işin yerine ne koyacağım diye düşünürken bir İngiliz’in motoryatını Göcek’ten getirip, Kaş Marinaya bağladım ve bir yıl boyunca bakım vs işlerini üstlendim. İlk ciddi motoryat seyrim diyebilirim. Benim canıma okuyan Yedi Burunlar karıncanın su içtiği misali uysaldı. Tony’nin ricası üzerine son derece yavaş bir seyir yaptı; 12 knot. İçimden bayağı bir saydırdım:) Len benim seyir hızımın iki katına adamlar çok yavaş diyorlar!
Dün Kaş’a döner dönmez fırtına uyarısı üzerine alarma geçtik. Sabah saat 4:00 civarı Kaş’ı çeviren dağların fırtına üzerinde etkisini birebir gözlemleme şansım oldu. 41 knot’a ulaşan rüzgar ile bir ara kıçımızı karaya vuruyorduk neredeyse. Uykusuz saatlerin sonunda 35-41 knot aralığında ve doğu-kuzeydoğu, kuzey, batı-güneybatı yönlerinden bindiren rüzgara karşı kahramanca direndik:) Bugün akşam saatlerinde güçlenerek geri geldi. Önce doğudan bindirmeye başladı, şimdi 35 knot civarı kuzeyden vuruyor. Yarın ilk iş dalıp ikinci bir tonoz bağlayacağım. Yarın öğleden sonra daha da bindirmesi bekleniyormuş.
Burada özellikle kuzey rüzgarı tepeden iniyor ve limanı dolaşarak bindiriyor. Batı ve güneybatı çok sıkıntı değil ama kuzey ve doğu ciddi karıştırıyor liman içini.
45 sene boyunca aynı denizi, aynı gökyüzünü izledikten sonra buralarda hala sudan çıkmış balık gibiyim. Daha yeni yeni öğreniyorum buraların denizini de, havasını da. Ama ilk öğrendiğim basit ve önemli; bu coğrafyada her şey büyük büyük yaşanıyor. Rüzgar da, dalga da hatta yağmur damlaları bile neredeyse can yakıyor…
Bu gece yine nöbetteyiz bakalım…
Mevsim geçişleri eskiden de bu kadar keskin miydi, yoksa karada yaşarken farkında mı olmuyordum; sabaha karşı 05:00, hala uyanığım ve bir yandan havayı kollarken bir yandan da bunu düşünüyorum. Saat 04:00 gibi yine kuzey-kuzeybatıdan bindirmeye başladı. Bu aralar Poseidon, SailFlow, Wind Guru… hepsi yalan. Hiç bir yerde olmayan havalar inletiyor limanı. Gerginim. Çünkü yine sert bir hava ve yine emektar Ford sessiz.
Önceki gün keyifli başladı. Yandaki charter teknesinden tonoz halatını çözmek için ekipman istediler, verdim. Bir ara yüzeye çıkıp “Hemen senin tonoz halatının yanında boşta bir kum çapası var. Senin mi?” diye sordu dalan arkadaş. “Değil, ama yedek çapam yok diye ağlıyorum, anında çökerim.” dedim. Bir halat verdim, çapaya bağladı, ucunu da aldık ırgata. Keyfime diyecek yok. Yedek çapam oldu en sonunda. Irgatı çalıştırmadan bastım marşa, o da ne, marş basıyor ama çalışmıyor. Sonunda bitirmişim mazotu. 1 Ağustos günü Kalkan’dan küçük bir ikmal yapmıştım, nihayet bitmiş. Söylene söylene aldım bidonu, doğru benzinciye. Döner dönmez koydum mazotu, hava yapmıştır ama yine de bir şansımı deneyeyim dedim. Bu sefer de marş dönmüyor! Önceki gece kaçak elektrikle sabaha kadar vermişim şarjı, uzun bir aradan sonra ilk kez aküler dolu ama yok, dönmüyor şerefsiz. İttim, kaktım, sövdüm ve pes edip en sonunda bir usta çağırdım. Geldi marşı söktü ve gitti. Bir Yengeç klasiği. Daha biraz önce sevinmiştim beleş bir çapam oldu diye, kısa sürdü.
Hazır makine dairesine inmişken yen gelen hidrofor kayışını takıp en azından su mevzuunu çözeyim dedim. Bugün yine hepsini al gelmiş! Gelen kayış büyük çıktı:( Açtım firmaya, gönderin geri, size hemen küçüğünü gönderiyoruz dediler ama keyfim kaçtı bir kere…
Öğleden sonra usta geri geldi. Elinde bir parça, “Bu değişecek, Fethiye’den falan bulabilirsin.” dedi. “Yahu” dedim, “Bunun bir adı, sanı, sıfatı yok mudur bu hayatta? Ne diye soracağım bunu?”. “Göster, verirler.” dedi. Tööbe estağfurullah dedim, geçtim.
Akşamüstü hava kararmadan kendimi marinaya attım. Motoryatın krom çerçevelerinden birini sökeceğim. Biraz kafa dağıtırım dedim. Saat 21:00 olduğunda kafa dağıtmak bir tarafa köpürmek üzereydim. Önceki hafta Tony yakıt iskelesinin babalarından birine bindirmişti. Küçük ama kıl bir yer kasıyor. Pes ettim. Döndüm.
Gece Hasan kaptanın tekneye attım kendimi. Çay içip, geyik yaparken parçayı söyledim, “Marş taşşağıdır.” dedi. Sonra aydınlandım. Benim usta Nükhet’in yanında diyememiş “marş taşşağı” diye. 🙂 Vermiş elime, bundan al diyor 🙂
Neyse, sabah güne motoryatın (Final Fling) çerçevesini sökerek başladık. Yine iki sessiz GEKO Olcay ve Mertcan’la sille tokat giriştik ve bir saatlik uğraştan sonra krom çerçeveyi ve marş uzvunu alıp düştük Göcek yoluna. Bir de sabah akülerin yine şarj tutmadığını görünce iyice tadım kaçtı, onu da soruşturalım dedik oralarda.
Göcek ritüeli olarak önce bir döner yedik ve başladık bizim marş uzvunu soruşturmaya. Serhat bir on dakika içinde Bosch marka bulup getirtti. Fakat gel gör temelde birbirlerine benziyorlarsa da ayrıntılar biraz kıllandırıyor. Elektrikçiler ağız birliği etmiş gibi uyar abi diyorlar. Neyse, Bosch değil de yan sanayi bir tane alıp attık kendimizi yola. Krom çerçeveyi de bıraktık kromcuya iletilmek üzere.
Bu arada Göcek’te öğleden itibaren hava sertleşmeye başladı. Tabi ben de gittikçe gerilmeye başladım. Akşamüstü vardık Kaş’a ustanın yanına. Taktık yeni uzvu, verdik elektriği, olmadı! Rotor geri çekilirken tetiklemesi gereken bir dil var ve yeni aldığımızda o dil kısa kalıyor. Sonuç olarak kaldı yarına.
Bu durumun Türkçe meali, emektar Ford suskunsa bana yine uyku yok. Oturup bekleyeceğiz sabah rüzgar makul bir seviyeye inene kadar.
Sabah da ilk iş ikinci bir tonoz bağlamak. Tek tesellim güne dalışla başlamak olacak…
Ayıptır söylemesi, uçkur dokuz yerinden çözüldü yine:)
Gece başladı sağanak. Sonra doluya döndü. Sabaha karşı da küçük çaplı bir tufan oldu. Bunun Yengeç açısından ifadesi sabah ıslak uyanmak, yatak yorgan ne varsa sırılsıklam olması. Yani gün fena halde ıslak başladı.
Sabah 9:00 gibi usta elinde marş dinamosuyla çıkagelince biraz olsun rahatladım. İki marş uzvundan bir tane elde etmiş, çalıştırmış. Hemen taktı marşı. Bastık, evet, gayet cillop gibi çalışıyor. Neden motor çalışmıyor deyince, önceki gün mazotun bittiğini söyledim. Havayı alırız iki dakikada, hallolur dedim. Sen misin diyen! Açtım enjektörleri, yok, olmuyor. Usta dedi tiner mi koklatsak biraz. Bastık sarı bulaşık bezine tineri, dayadık burnuna, ı ıhh, yine olmuyor. Deli olacağım. Derken gaz telinin devamındaki ikinci kelebek takıldı gözümüze. Usta dedi bu ne, ne bileyim len dedim. Biraz yakından bakınca gördük ki stop mekanizması. Gaz telinin devamındaymış kendisi ve tel kopunca kelebek takılı kalmış. Yani mazot falan bitmemiş. Kelebeği ittim, usta marşa bastı. Küheylan kükredi kükremesine de kaşla göz arasında hava emiş kanalının üzerinde duran sarı bezi de alıverdi içeri. Oha, dur, hasss! diyene kadar yuttu şerefsiz. Hemen makineyi durdurduk tabi ama çoktan yutmuş bizim bezi. Kılavuz saldık içeri falan ama, nerdeee…
Alakasız bir çok yere, alakasız bir çok şey kaçırmışlığım var ama motora el bezi, bu beni bile aştı doğrusu. Suratımda yılışık bir gülümsemeyle kaldım. Usta da ne halt ettik modunda. Yaktık birer sigara:)
Bir iki usta aradık ama gel gör Obama’yı Cuma namazına götürmek Kaş’ta tekneye usta getirmekten daha kolay. Derken bir usta fikir verdi, dedi bir kapak yağ dökün emiş kanalından, çalıştırın, devir yükselip beyaz duman atacak. Sonra bir kapak daha dökün. yakarak atar. Herifin dediği tam da belgesellerde bunu evinizde denemeyin dedikleri türden. Bir kahvaltı molası verdik önce.
Kendimi hazır hissedince döndük Yengeç’e, verdik yağı, bastık marşa. Pek söylenmeden çalıştı. Bembeyaz bir duman, devir yükseldi. Düştü. Ses hiç fena değil ama bir yandan da koskoca el bezi, bu kadar kolay olmamalı diye geçiriyorum içimden. Nitekim olmadı da. Motorun sesi değişmeye başladı. Sübaplardan biri kapanamadığını anlatır bir ses çıkartmaya başladı. Aradık ustayı dedik bu mırmır ediyor, olmuyor. Biraz daha çalıştırın, motor ısınsın biraz. Uzun lafın kısası bir yarım saat kadar sarı el bezi ile zenginleştirilmiş motor değişik bir tınıyla çalışmaya devam etti. Sonunda pes ettik ve ustayı beklemeye karar verdik.
En iyi ihtimal motor kapağı açılacak. Kötü ihtimaller üzerine hiç kafa yorasım yok şu an…
Bulaşık bezi tek parça olarak ele geçirildi. Memleketimin 500 akçesine mal olarak acı deneyimler arşivine eklendi.
Asıl can sıkıcı olan dün taktığımız ve şıkır şıkır çalışan marşın bugün tüm operasyon bittikten sonra tekrar su koyvermesi oldu. Önce akülere yordum. Ama gece geç saat kaçak elektriği bağlayıp akülere yüklendikten sonra tekrar denedim ama, ı ıhh, marş bu kez daha da farklı bir makamdan söyleniyor.Yarın gün yine usta ziyareti ile başlayacak gibi.
Bu satırları okuyan ve teknesi olmayanlar, hala tekne almayı düşünüyorsanız sizin için yapılacak bir şey yok; Poseidon ıslah etsin:)
Bugün hızlı başladı. Hasan kaptana yardıma gitmek için erkenden fırlayıp çay ve boyozdan oluşan kesinlikle sağlıksız ama bir o kadar lezzetli kahvaltının ardından Anemon teknesine geçtik. Burada bulunma sebebimiz dosta yardım.
Kanyon ilk dalış noktasıydı. Bilenler için; dalgalar kanyonun girişindeki üç kayaların üzerinde kırılıyordu. Az rüzgar, bol soluganla debelendik bir kaç saat. Sonra Caretta caretta’ların işgalindeki Fener’e geçtik. Buradayken hava yine bir çıldırdı. Hatta bir ara yine hortum oluşacak diye bekledik. Bir ara 1,5 mil ötemizdeki Kaş ağır ağır silindi gitti. Bir ara sağanaklar 40 knot’ı buldu. Hal böyle olunca önce tonoz halatı koptu. Onu sağlamladıktan bir süre sonra da koltuk halatı:) Bu arada gözüm sürekli limanda. Tek ahşap direk Yengeç’in, o sayede kolaylıkla seçebiliyorum o mesafeden bile. Bir ara farkettim ki bizi kuzeyden vuran hava limana güney-güneybatıdan giriyor. Rahatladım. Buralarda rüzgar gerçekten ilginç ilerliyor. Limanağzı’na (Fener’in bulunduğu genişçe koyun adı) doğru gelen güneyli rüzgar karşı tepelerden dönerek koyun girişine kuzeyden bindiriyor.
Akşamüstü limana dönünce usta geldi ve yine marş dinamosuna baktık. O da çıkamadı işin içinde ve kaldı Pazartesi gününe. Yengeç yine hareket kabiliyeti olmaksızın limanda ve ciddi tedirgin ediyor bu durum beni. Hayırlısı bakalım.
Yarın sabah yine Hasan kaptanla mesaiye, akşam da Final Fling’e kontrole. Şu limandaki palyaçolar da olmasa Kaş’ta hayat cidden keyifli yahu…
Özetlemek gerekirse Kaş’a varışımdan bu yana 7 ciddi fırtına, bir gerçek afet ve bir hortum geçti üzerimizden. Kaş’ın yerlilerinin 20-25 yılda bir olur dedikleri ne varsa son bir kaç ayda oldu. Yılbaşı gecesi yağan dolu ve sabaha karşı Yengeç’in iki tonoz halatını birden kopartmasına sebep olan fırtına da unutulmazlar arasında yerini aldı.
Bu arada Kaş limanındaki statümüz hala aynı; işgalci. Son bir kaç aydır birbirimizi görmezden gelerek durumu idare ediyoruz. Şimdi karaya çıkan bir dalış teknesinin yerinde, kadim dost Hasan kaptanın Anemon teknesinin hemen dibinde daha bir huzurluyuz. Yengeç 80 metre kadar serilmiş zincir, bir limanın tonoz zincirinden gelen zincir, iskele tarafta yine aynı tonoz zincirine scooter lastiği ile bağlanmış 22’ik halat; kıçta ikisi büyük boy esnetici yay, ikisi yine scooter lastiği ile esnetilmiş 4 adet 22’lik halatla bağlı. Boşuna dememişler bin nasihat, bir musibet diye..
Aküler hala fena, buzdolabının kompresörü hala arabanın bagajında; çünkü artık karaya çıkana kadar tek yaptığımız vaziyeti idare etmek. Bugün Kaş SETUR Marina’ya ödemeyi yapıp 14 Mart için rezervasyonumuzu tamamladık. Nisan 2013’te Bodrum’da denize inen Yengeç en sonunda Mart 2015’te tekrar karaya çıkacak.
Bu arada Kaş Limanı’nın belki de en önemli artısı suları. Bir çok noktadan tatlı su kaynıyor ve sanırım bunun da etkisiyle teknenin altı her daim cillop gibi kalıyor. Temmuz başında Ambarlı’dan ayrılırken temizlediğim gibi duruyor hala teknenin altı da, uskuru da.
Önümüzdeki ay Kaş’ta STH Derneği olarak bir projeye başlayacağız. STH Akdeniz Projesi olarak adlandırdığımız yeni projenin çalışma alanı ilk aşamada Antalya kıyıları ve start alacağı yer de doğal olarak Kaş Limanı. Bu kapsamda liman temizlenecek, görüntülenecek, atıklar kayıt altına alınacak, elde edilen verilerle yine filmler, sergiler oluşturulacak ve Kaş çevresindeki okullar yine tek tek gezilecek. Hatta farklı olarak bu kez öğrenciler de çalışmalara katılacak, hatta sorumluluk alacak. 17-24-31 Mart günleri limanda temizlik çalışmaları yapılacak ve 4 Nisan’da kamuoyuna açık bir etkinlikle bitirilecek. Son derece keyifli ve bir o kadar çarpıcı olacağına şimdiden eminim. Çünkü 2008 ve 2009’da daha dar kapsamlı bir organizasyon için yine Kaş’taydım ve sadece limandan 2009’da 620 parça katı atık çıkartmıştık…
Bu yıl belediyeyle karşılıklı beslediğimiz duygular nedeniyle hayata geçiremedim ama önümüzdeki ders yılından kesinlikle çocuklar denizcilik eğitimi için Yengeç’te olacaklar…
Bizim “Kaş Günlüğü” oldu “Fırtına Günlüğü”.
Bugünün ilk saatlerinden itibaren Kaş’ta konumuz yine fırtına. Gece boyu 23-35 knot aralığında esip, sabahın ilk saatleriyle birlikte 30-35 aralığında karar kılan D-KD’lu rüzgar özellikle 15:00’ten sonra 40 knot’ı zorlamaya başladı. 16:30 civarı anemometre pes etti ve ne eserse essin 5-6-7 knot göstermeye başladı 🙁 Kaş’ta tamiri mümkün olmadığından ne halt edeceğim henüz bilmiyorum.
19:00 civarı 25 knot seviyesine inen hava şimdilik ara ara kükrese de büyük ölçüde sakinledi. Tabi asıl eğlence yarın öğle itibarıyle tekrar başlayacak olması. Pazar B-GB yönlerinden şişmeye başlayacak hava özellikle Pazartesi ve Salı Kaş’ı bize dar edecek gibi görünüyor. Poseidon ve ISRAMAR ikilisi de 8-9 Bofor’da ısrarcı. Bu durumda bize de limana girecek soluganın boyutunu düşündükçe ürpermek kalıyor.
Uzun lafın kısası, yol geçen hanına döndük yahu. Üç günde bir bir fırtına geçiyor üzerimizden. Salı günü İstanbul’a yola çıkacağım ve daha şimdiden aklım burada. Haydi hayırlısı…
10 Şubat 2015 / Geceyarısı, 00:22
Bazen son ana kadar başınıza geleceği bilir ama aksini umut edersiniz. Olmayacaktır, bilirsiniz ama yine de bir umut, bir mucize beklersiniz. Kaş’ta son iki ayım her seferinde tahmin haritasına bakıp aksini bekleyerek geçti. Her seferinde bir yandan biliyorum, geliyor ama diğer yandan da bekliyorum, hani belki sıyırır geçer…
Üç gün önce yine Poseidon ve ISRAMAR ikilisi fena halde canımı sıktı. Pazartesi gecesi başlayacak ve Salı akşamına kadar sürecek 8-9 Bofor lodos gösteriyordu tahminler. Hele Ege, kopuyor. İşin kötüsü Salı günü Antalya’ya yola çıkmam gerek, Çarşamba sabahı da İstanbul’a uçacağım. Hal böyle olunca iki gündür cehennem azabına döndü bekleyiş. Lodosu ve asıl derdim, limana girecek soluğanı beklemeye başladım yine küfrederek. Bir yandan da içten içe, bu sefer sıyırır belki diye iç geçirdim durdum.
Sabah kalkar kalkmaz yine açtım haritaları, o da ne, Kaş üzerindeki 8-9 Lodos gitmiş, yerine makul, mantıklı bir kuzeyli hava… Hatta bir de sabah sabah penceremde gökkuşağı. Kıllandım iyice, ikna olmadım, attım kendimi dışarı, tatlı bir esinti, biraz yağmur. Derken bir de üzerine açtı mı hava! Gün boyu fırtına öncesi sessizliği…
Tekrar açtım haritayı, bildiğin yırtmışız. Hatta ilginç bir harita çıktı karşıma. Tam da aşağıdaki gibi. Uzun zamandır hiç bu kadar sevinmemiştim herhalde.
Gece gece kaçak elektrik alırken biraz esti, sağlam yağdı; deli gibi ıslandım ama kimin umurunda. Yırttım ya bu sefer, ohhh!
Şimdi Yengeç’le uzun bir ayrılık zamanı. Yarın öğleye kadar birlikte vakit geçireceğiz, sonra önce Antalya, sonra İstanbul ve sonra uzak doğuya toplam bir aylık bir ayrılık…
Kaş Günlüğü 14 Mart’ta Yengeç karaya çıktıktan sonra devam edecek…
10 Şubat 2015 / Öğle, 13:30
Gün hafif bir fırtına, küçük çaplı bir tufan ve ardından doluyla başladı. Öğleye doğru deniz kabardıkça kabardı. Liman içi yine mahşer yeri. Tekneler bir sağa, bir sola, çaresizce salınıyorlar. Bir yandan nefis bir harmoni, izlemesi keyifli bir görüntü. İzlerken zihnimde Kuğu Gölü balesinin muhteşem ezgisi ekleniyor, kaptırıp gidiyorum. Sonra bir platformun çarpma sesi, bir babanın iniltisiyle kendime geliyorum. Yengeç’in keyfi yerinde. Makul ölçülerde salınıyor. Babalar gayet iyi, esneticiler işlerini iyi yapıyor. Ama bazı tekneler gerçekten zor durumda. Bir kaçına el atmaya çalışıyorum ama hangi biri…
Derken dalgalar yine mendireği aşmaya başladı. Önce Sude Boran teknesinin karada duran botunu aldı götürdü. Ardından karadaki tekneleri kestirdi gözüne. Coştu yine Akdeniz. Bir kaç tekneyi devirdi olduğu yere. Tam da çekek olarak ne derece doğru bir yer burası diye düşünürken…
Kaş’ta son saatlerim. Bir kaç saat içinde yola koyulacağım. Benim ve çevremdeki bir kaç arkadaşımın ortak kanısı, ben gidince her şey yoluna gireceği yönünde 🙂
Zaten İstanbul’da bekleyen havaya da bakınca…
10 Şubat 2015 / Öğleden sonra, 16:20
Hasan kaptana az evvel “son yirmi yıldır yaşanmayan başka ne var?” diye sordum. “Hepsi bu” dedi. İnandım mı, kesinlikle hayır.
Liman yıkıldı. Karadaki en az 10 tekne devrildi. Denizdekiler can pazarında. Bir kaç kez dalgalarla sürükleniyordum, sürüklenenler de oldu. İki arkadaş karşı kıyıdan çıktı. Özellikle mendirekte kırılan bir dalga can havliyle atladığım Sude Boran teknesine kadar geldi, tekne tamamen suyla doldu, neredeyse battık çıktı. Bu yaşıma kadar böyle bir şey görmemiştim.
Biraz kurulanma molası verdim ama can pazarı hala sürüyor. Hasar tespit 18:00 civarı. Yengeç hala direniyor…
10 Şubat 2015 / Akşamüstü
Ben sorunsuz atlattım ama bir çok arkadaşımın canı yandı, tekneleri karada oldukları yerde devrildi. Her biri için içim parçalandı. Özellikle mendirekte patlayıp apartman gibi yükselen ve karadaki tüm teknelerin üzerinden denizde bulunduğumuz teknenin üzerine dökülen dalgayı ömür boyu unutacağımı sanmıyorum. Görkemli, ve bir o kadar da korkutucu bir tabloydu. Bir kaç kez sularla sürükleniyordum. Elektrik pedestali en az üç dört kez kıçımı kurtardı. Elimden geldiğince ortalıkta koşturdum bütün gün, birilerine yardımım dokunursa diye. Sonuçta 19:30 itibarı ile limandan ayrılıp Antalya yoluna düştüm. Bıraktığımda batı-kuzeybatıya meyletmiş makul bir rüzgar vardı. Gerçi artık makul anlayışım da değişti. Öyle, böyle soluğan bitti, deniz sakinleşmeye başladı ve Yengeç’le aramıza bir aylık bir mesafe an itibarı ile girdi.
Bir fırsatı olduğunda bugün yaşananları detaylı olarak anlatmak istiyorum. Karadaki tekneleri, yerleşimlerini vs. Bence tek kelimeyle ibretlik.
16 Eylül 2015
Uzun zaman olmuş yazmayalı. Sabah sabah Cem -Eğrikavuk- korsanla karşılaştık, yazmıyorsun, vukuat yok herhalde dedi. Dedim yazasım yok, yazacak pek birşey de yok. Öyle de gerçekten, geziyoruz, dalıyoruz, yüzüyoruz… öylece geçiyor günler.
Öğleye doğru iki misafirimiz vardı, gönderdik. Tuvalete ahşap bir askı benzeri bişiiler yapmaya giriştim. Her kuşu öptük, bir leylek kaldı ya, her şeyimiz tamam, diş fırçası vs koymak için bi askı benzeri bir şey yapalım dedik. Güzel güzel çalışırken Yengeç birden gürültüyle titredi. Ama öyle böyle bir titreme değil. Hele çıkan ses; evlerden uzak. Allah dedim, baş ıstralya koptu, direk iniyor aşağı. Fırladım havuzluktan güverteye, baş tarafa baktım, ıstralya yerli yerinde. Direğe baktım, oha! O da ne… bir paraşüt ve ucunda da paraşütçüsü asılı!!!
Yahu deli olacağım, limanda var yüzlerce tekne, bir o kadar direk, bir tek benim direğimde bir paraşütçü sallanıyor. Sabah sabah asayiş berkemal dediğim Cem hemen yanı başımda bitti. O arada asılı hatuna nasıl olduğunu sordum. Daha yeni yeni şoku atlatıyor o da, iyiyim dedi. Paraşütüm diyor, başka bir şey demiyor. Len canım direğime dolanmışsın, demir fenerim, telsiz antenim, anemometrem demiyorum, nasıl indireceğiz hatunu diye bakıyorum, abla paraşütün derdinde!
Bu arada gören doldu Yengeç’e. Her kafadan bir ses çıkıyor. Önce ana yelkenin mandarını gönderdik hatuna ama işe yaramadı, kendini mandara atamadı. Dedim Cem’e, basın beni direğe. Dedim, dedim de benim oturak evlere şenlik. Son on çıkışımda, her seferinde bu sefer kesin patlayacam diyorum 🙂
Hızlıca kurcatada buluştuk. Yanına gidince önce biraz geyik yaptık. Paraşütüm dedi, len dedim başlatma paraşütüne, hele bi tek parça in, daha ben hesap çıkartacam sana 🙂 “Ama öğretmenim ben doğuda” dedi. Hadi len dedim, şu noktada son söylenecek cümle olsa gerek bu 🙂 Sonra benim oturaktan çatırtılar gelmeye başlayınca geyiği bırakıp operasyona giriştik. Bir halatla kullandığı harmless’ın iki mapasını kullanarak hatunu ana yelken mandarına bağlayıp paraşütten kurtardım. Aşağıdaki kalabalık zırt diye alıverdiler güverteye. Ardından da beni indirdiler. İlk aşama bitti.
5 dakika sonra itfaiye geldi 🙂 Bu sefer hasar tespiti için tekrar, ama bu kez itfaiye merdiveniyle çıktım direğe. Önce paraşütü kurtardım. Sonra demir fenerini düzelttim. Rüzgar gülüm artık yok. Telsizde sorun yok. Anemometre fena.
Neyse, uzun lafın kısası, Cem neden yazmıyorsun diye hikaye sorarken bu kez hikayenin parçası oldu 🙂 Yengeç’in direğine “Melek” (hoca) kondu 🙂