Görkemli alev topunu söndürürdü deniz Dragos’un günbatımlarında. Oysa burada aynı alev topu denize yaklaştıkça sönmek şöyle dursun, tüm kainatı ateşe veriyor. Hangisi nerede başlıyor, nerede bitiyor; denizde misiniz, gökte mi anlamak mümkün değil. Neredeyse yerçekimine şükredecek insan…
Alevlerin ortasında bir balıkçıl, tek ayağının üzerinde… sanki farkında değil hemen arkasında tutuşmakta olan evrenin. Günbatımında son bir lokma atıştırmak derdinde. Tıpkı sizin gibi, varoluşun büyüsünden bihaber, temel dürtülerinin esiri.
Bir kadının algısı lazım Kizimkazi’de günbatımının renklerini anlatabilmek için. Ana renklerden gayrısını -bilen ama- betimleyemeyen erkek cinsi nasıl anlatabilir karşısında olan biteni? Şu ekvator kuşağına gelince algısı mı değişiyor insanoğlunun, yoksa nesneler büyüyor, parlaklaşıyor, görkem kelimesinin hakkını vermek adına bir biriyle yarışıyor mu?
Alev topunun gözden yitmesiyle hepten gerçeküstü bir tablo belirmeye başlıyor çevrede. Deniz almış başını gitmiş ta uzakta köpük köpük dişlerini gösteren resife. Yerliler ekmek derdinde. Bambaşka bir yaşam başlıyor Kizimkazi’de sular çekildiğinde. Yerli kadınlar rengarenk elbiselerinin içerisinde bellerine kadar suyun içinde. Deniz yerli yerindeyken görülmeyen sayısız kazıkla çevrili yosun tarlaları beliriveriyor sular çekildiğinde. Ve bu denizin içindeki her tarlada yerli kadınları ve çocukları. Dali bile şapka çıkartırdı herhalde bu gerçeküstü, bu masalsı görüntüye…
Tekneler omurgası üzerine oturmuş, salınmak şöyle dursun, melankolik bir halde bekliyorlar suların dönüşünü. Her gün tekrarlanan bu ritüele alışamamış bir görüntüleri var hala…
Sarılar, turuncular, turkuazlar yerini kızılın, mavinin tonlarına bırakmaya başlıyor yavaş yavaş. Kizimkazi’de bir gün daha bitiyor. Ertesi gün tüm bu ritüel tekrarlanacak. Sonraki gün yine… Bir kısmı ekmeğini çıkartacak yine, bir kısmı farkında dahi olmayacak olan bitenden. Bazısı içinse yaşam boyu unutulmayacak bir tansık, varoluşun bir mucizesi olarak dimağına kazınacak; her daim şükredecek varoluşa… Louis Armstrong’un kulaklarını çınlatacak her fırsatta: “What a wonderful world…”