2014 yazında Kaş’a göçerken hiç aklıma gelir miydi hayatımın en kötü kışını orada geçireceğim. 40 knot üzeri dokuz fırtına, yılbaşı gecesi 64 knot rüzgarda tonozu koparıp kıçını beton iskeleye, pruvasını yan tekneye yaslayan Yengeç, sel, sabah kalktığımızda tepede beliren şelale, denizde oluşurken gördüğüm üç hortum, rüzgar yokken gelip limanı yıkan, tekneleri deviren dev dalgalar… Bir mevsime tüm doğa olaylarının sığdığı lanet bir kıştı 2014-2015 kışı.
2017 yılı sonlarına doğru Göcek’e göçerken de hiç aklıma gelmezdi, hayatımın en kötü yazını Göcek’te geçireceğim. 2020 yazı hemen her gün aynı serzenişle geçti; “Ne anladım ben bu Göcek’ten?”. Tekne karada, bitmek bilmiyor. Atölyede işler bitmek bilmiyor. İlk kez keyif için denize girdiğimde Eylül ortasıydı. Çevremdekiler sürekli aynı şeyi duyuyorlardı benden: “Ha Göcek, ha Konya ovası.” Gerçekten de, denize çıkamıyorum, yüzemiyorum. Akın akın geliyor insanlar; çarşısında yürüyemiyor, kafesinde oturup ağız tadıyla iki çay, bi lak lak yapamıyorsam sokayım böyle güneye arkadaş. Konya’da da olsam bundan daha farklı geçmezdi günlerim.
Pandemi olmuş yalan. İstanbul, Ankara ve İzmir plakalı araçlarla dolu her yer. Ruslar her köşe başında. Bizde ise vaziyet hepten çetrefil. Battal Gazi sittir olup gideli beri, hala onun yediği haltları temizlemeye çalışarak geçiyor günler. Durumu görelim dedik, komple bir kat epoksi astar attık. Bir ton yoklama-tamir-yükleme vs işi çıktı. Macun su gibi akıyor. İpin ucu kaçtı iyiden iyiye. Bordalar, cam kenarları, nereye baksam harita gibi. Sonunda Kazım ve Arzu’ya bizim ekipten de takviye geldi. Bir kaç gün hep birlikte giriştik macun işine.
Macun-zımpara paradoksu dışında da işler var aslında yürüyen. Ama öyle lanet bir iş ki bu, deli gibi çalışıyor, kalem kalem iş hallediyorsunuz, gel gör, gelen “Aa, hala aynı duruyor tekne.” diyor. Mesela, yeni küpeşteler çakıldı. Çocuk gibi sevindim. Nasıl hoş geliyor gözüme. Ulan benden başka neredeyse farkeden bile yok. Az iş mi ulan, komple küpeşte değişimi…
Bir diğer kallavi iş de Yengeç’in her daim sürprizlere gebe mekaniğinin revizyonuydu. Uzun zamandır aklımda olan işlerden biriydi bu revizyon. Bir de üzerine bizim motor ustamız Hasan “Fazladan bir şaft körüğü var elimde abi.” deyince, hemen başladım üzerine fantaziler kurmaya. Yengeç’in mekaniği muhtemelen son şeklini imal edildiği tersanede almış. Benden önce Ali abi çok çekmiş. Damper dağıtıp, kaplin kesiyormuş. İlk ciddi müdahalemi daha İstanbul’dan çıkarken yapmıştım aslında. Esnek kaplin ilave edilen mekanik son derece iyi randıman vermiş ama gel gör usta olacak denyonun kazmalığından, Kaş yolculuğunun daha başında motorsuz kalmıştık 38 knot Lodos’ta, Marmara’nın ortasında.
Aradan geçen zaman zarfında çok şey öğrendim. Daha da önemlisi, sistemi ve işleyişindeki sorunları gözlemleme şansım oldu. Neyse, uzatmayayım, bizim balyozlu ilah Hasan, balyozunu ve pürmüzünü kaptı, geldi. Hasan’ın elinden balyozunu ve pürmüzünü alırsan toplamanın sıfır ya da çarpmanın birinden farkı kalmaz. Az kahrını çekmedi O da Yengeç’in. Sağolsun, ne zaman başım sıkışsa hemen yanı başımda. Bir de öküz olmasa…
Hasan’la planımız basit; şaftı alacağız, sonra da iç gleni sökeceğiz. Hasan motoryatlardan alışmış, ayır kaplini, koy balyozu. Aynı tarifeyi Yengeç’e de uygulamaya kalktığında ben teknenin başka bir tarafında, başka bir şeyle uğraşıyordum. Balyozun sesiyle birlikte “Sokarım ulan sana o balyozu!” diye uçarak geldim. Klasik savunma cümlesine “Ama abi…” diye başlar, başlayamadı. “Çık ulan yukarı, in makine dairesine, önce bir bak.” dedim. Yengeç’in şaftı iç glene kadar gelip, orada sabitlenmiş vaziyette. O balyoz darbeleri devam etse iç glen, beton, muska tahtası… ne varsa gelecek toptan.
İlk gün denememiz başarısız oldu. Oynamadı yerinden şerefsiz şaft. Muhtemel sebebi, kovan içerisinde yatak olarak çaktığımız “yemiş” dedikleri fiber. Öyle bir tutmuş ki, ne ettiysek oynamadı yerinden. Bir kaç gün sonra tekrar geldik başına. Bu sefer içeride, glen üzerinde şaftı sabitleyen somunu alıp, gleni sökelim, sonra da şaftı çekmeyi deneyelim dedik. Yine olmadı. Çektirme de çaresiz kaldı. En son denememizde, şimdi ne halt ettiğimizi hatırlamıyorum, biraz oynar gibi olunca Allah ne verdiyse giriştik. İşe yaradı da. Ne varsa geldi. Şaft, kovan, muska tahtası, glen… hatta otuz küsur yıllık, görmüş geçirmiş beton da kırıldı.
Olduğu gibi bırakıp çaya gittik. Dönüp bakmak bile istemedim.
Neden, nasıl bilmem, farkettim ki sonbahar gelmiş. Hala macun çekip, takoz yapıyoruz. Dahası, dünya pandemi mevzuunu çözememiş olsa da marina COVID19 uygulamalarının artık bittiğini ve normalleşme sürecine geçildiğini söyledi. Yani, artık aylık 6.341 TL değil yaklaşık iki katını ödemem gerekecekmiş. An itibarı ile suyu dahi olmayan, kendilerine dahi ait olmayan bir alan için ellibin liradan fazla ödemişim. Excel tablosundaki toplam yüzseksenüçbin lirayı aşmış. Ha desem kayığın denize inmesi Kasım sonu. Kasım sonu demek, kışın başı demek. Uzun lafın kısası, yine takkeyi önüme koyup düşünme zamanı gelmişti.
Aklı selim ne diyorsa onu yapmaya karar verdim. Tekneyi taşıyacağım. İlk planda söz konusu alanın sahibi ile konuştum. Sağolsun, komik de bir para istedi. Marinaya da dedim “Gidiyorum ben.”. Yeni plan ana hatları ile şekillendi. Tekneyi Mart sonuna kadar 750 metre ileride ki park sahasına çekeceğim. Orada tüm işlerini bitirip, içime sinecek şekilde denize atacağım. Ekim ayı ortasına kadar çadır sökülecek, taşıma için uygun araç bulunacak ve artık bu marina zulmü bitecek.
Düşüncesi bile rahatlattı beni. Uzun bir aradan sonra, tuhaf bir hafiflik hissettim. Hatta, galiba keyfim yerine bile geldi.