Kasım ayı ile birlikte beklenen oldu ve bir kez daha Yengeç’i taşımam için baskılar başladı. Trajikomik bir durum bu. Detaylarına giresim yok artık, öyle bezdim ki… Telefonlar, yüz yüze görüşmeler, üstü kapalı tehditler derken kayığı bulunduğu yerde beş metre kadar geri kaydırmak üzere bağladık mevzuyu.
Öyle de bir zamana denk geldi ki kaydırma mevzuu, tam moda girmişim, toparlamaya başlamışım ufaktan ıvır zıvır işleri. İç duvarlar bitti, boyasını attık, dümen palasını kaldırıp astık yerine ki bu bile başlı başına bir kabustu. İğnecikler oturmadı, orta iğnecik kastı. Defalarca kaldır, indir, ayarlamaya çalış… Derken gün geldi çattı, dediler bir kaç güne tekneyi kaydırman lazım. Demesi kolay. Çatı sökülecek, iskeleler sökülecek, çatının altına istiflenmiş boy boy, bilmem kaç yüz parça malzeme taşınacak ve dahası tekrar istiflenecek. Hele ki bir kısım malzeme var ki, daha yeni korunaklı yer yapmıştım iskelenin altına, yeni istiflemiştim. Hele ki bumbayı yeni boyamışım, pırıl pırıl parlıyor astığım yerde.
Taşıdık nihayetinde. Ama yaklaşık on günüm söküm ve taşımayla geçti. Taşıma işi bittiğinde bir hafta hiç uğramamaya karar verdim. Biraz mesafe koymak, nefes almak istedim. Tabi ki olmadı. Tekneler konmaya başladıkça ortalık şenlendi. Tekneler kelimenin tam anlamıyla balık istifi. Bazı yerlerde neredeyse araya el girmeyecek.
Havalar olağanüstü iyi gidiyordu bir iki gün öncesine kadar. Fırsattan istifade artık yılan hikayesine dönen lumbozların montajına odaklandım tamamen. Sadece bu süreçten bile bir sitkom, bir belgesel çıkar.
Malum, Yengeç’in eski karavan tipi Alüminyum çerçeveleri ile yolları ayırmış ve sevgili Nur ve Mark’ın adeta hediye ettiği fırtına kapaklı, cillop gibi Krom lumbozu günü geldiğinde monte etmek üzere bir kenarda bekletiyordum. O gün geldi çattı ve beyin fırtınası başladı. İlk sorun yaklaşık 25 cm derinliğindeki çerçeveleri Yengeç’in 6 cm duvar kalınlığına göre düzgünce kesebilmekti. Tornacı bir arkadaşımı çağırdım. Ölçtük, biçtik, yaradan sığınıp “Kes!” dedim. İki gün sonra montaj için vida delikleri de açılmış halde geldiler. İş bitmişçesine sevindim. Oysa her zaman ki gibi çok erken sevinmişim.
Çerçeveleri yerlerine oturtmaya başlayınca yepyeni bir maceraya yelken açtığımı farkettim. Açtığımız yuvaların güverte kısımlarının bir kısmı gönyesinde değildi. Ve tabi ki bu durumun bir çözümü söz konusu değil, artık boyandı, bitti. İç duvarlarda da açılan delikler çok baştan sağma görünüyordu. İki ayaklı bir çözüm öngördüm. Önce dışarıdan olabildiğince gönyeye getirerek sadece oturttum her birini. Bu kısım iki günümü aldı. Ardından iç duvarlardaki yuvaların düzgün olması için çerçevelerin dibine epoksi mikrofiber uyguladım. Bu aşamada sağolsun bizim ekipteki usta arkadaşlara danıştım, epoksinin çerçeveye yapışmaması için gres önerdiler. Aklıma yatmadı dersem yalan olur. Mis gibi çektim epoksi mikrofiberi. Bir kaç gün Antalya’ya gittim. Döner dönmez çerçevelerin geçici montaj vidalarını çıkartıp sökmek istediğimde acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Öküz gibi sağlam tutmuş epoksi. İttir, kaktır, tokmakla… bana mısın demedi. Kafamdaki süreç çerçeveleri söküp sikayla tekrar basmaktı oysa ki. Fakat öyle bir monte etmişim ki hiç mastik kullanmasam bile su girecek yer neredeyse yoktu. Sonuç olarak mastiği daha sonra üzerinden uygulamaya karar verip, oldukları yerde bıraktım hepsini.
Asıl sorun tam da bu aşamadan sonra başladı. Kesilmeden önce çerçevelere cuk diye oturan lumbozlar kesildikten sonra çerçevelere girmiyordu. Elimde kesilmemiş üç çerçeve daha var, onları denedim, cuk diye oturuyor ama gel gör kesilmiş olanlara milimetrik bir farkla oturmuyor. Bir kaç günüm ne halt edeceğimi düşünerek ya da abuk subuk şeyler deneyerek geçti. Ardından bir bir tornacıları gezip, durumu anlattım. Ancak çerçevelere kesik atabileceklerini, böylelikle gerekli esneme payını yaratabileceklerini söylediler. “Hadi len, bok gibi görünür!” diye inatla karşı çıktım. Marangoz arkadaşımı çağırdım. O işkenceyle, yavaş yavaş oturtmayı önerdi. Bu aklıma daha çok yattı açıkçası. Gel gör, yaklaşık bir ay geçti, herif bir türlü gelemedi.
Geçtiğimiz hafta bir gün Fethiye’den dönüyorduk Nükhetle. Durup dururken, “Hassiktir, malım lan ben!” diye böğürmüşüm. Nükhet tuhaf tuhaf bakarken açıklamam gerekti. Fethiye Göcek arasında araba kullanırken nasıl bir zihinsel sürecin sonunda oldu bilmiyorum ama aydınlandım ve aslında dış çerçevenin dışarıdan bakınca görünmediğimi, içeriden de lumbozun altında kaldığını farkettim. Allahıma lazım ben! Bunu Nükhet’e anlattığımda alışmış olsa gerek, nereden geldi şimdi aklına diye sormadı bile.
Hemen ertesi sabah vardım kayığa. Şöyle hızlıca bir tur attım, dedim olur bu iş. Jetle keseceğim ama gel gör duvarlar yeni boyandı, batırmama lazım. Neyse ki kazma ustanın kestiği şablonlar geldi aklıma. Bastım jeti, ilk çerçeveye sekiz kesik attım hızlıca. Hemen aldım bir lumbozu, ittir, kaktır, ı ıhh, yine olmadı. Ayarlı penseyle minik minik dokunuşlarla ağızlayacak kadar bir müdahaleden sonra cuk diye oturdu. Bir kez daha Darius’u alt eden İskender’dim. En azından kısa bir süreliğine…
İkinci gün tüm çerçeveleri kestim ve her birine birer lumboz oturttum ve evin yolunu tuttum. Bir sonraki günün programı lumbozlar tek tek söküp temizlemek, gerekenleri tamir etmek ve parlatıp yerlerine mastik ile basmak. Bu kısım iki gün sürdü. Ama asıl bomba geçici diye taktığım bir kaç tanesini sökene kadar akla karayı seçmem, hatta inatçı bir tanesini hafif yamuk takmış olmama rağmen yerinde bırakmış olmam oldu.
Montajın ilk gününde Vural yardıma geldi. En azından bir ucundan tutuyordu. Hatta tuttuğu halde oturmamış bir lumboz yerinden çıkıp direkt burnumun üzerine oturdu. Artık yalama olmuşum, güldük geçtik. Ertesi gün Vural’ın yokluğunda aynı olay bir kez daha tekrarlandı ama bu kez bayağı bir iz bıraktı suratımda. Sondan bir önceki lumbozdu, bastım küfürü, eve gittim. Artık millet öyle alıştı ki iki de bir de burnumu kırmama, çatlatmama, tepki bile vermiyorlar desem yeridir. Doğrusu, daha bir ay kadar önce gece karanlığında teknenin altında malzeme taşırken hain bir kalasa çarpıp bir kez daha çatlamıştım. Bir çeşit rutinim oldu bu durum.
Pazartesi günü öğle saatlerinden itibaren hummalı bir şekilde başladık çalışmaya. Nükhet de yardıma geldi. Lumbozların son montajları yapılacak, dış çerçevelerin mastikleri çekilecek ve havuzluğun üzeri kapanacak. Salı günü fırtına ve yağmur başlamadan tekne hazır hale gelecek. Acılı bir gün oldu ama gün sonunda Yengeç artık yağmurla ilk sınavına hazırdı. Potansiyel iki kaynaktan biri camlar, diğeri de önceki gün fitil çektiğimiz havuzluk arkasındaki kapaktı.
Salı sabaha karşı hava patladı. Tufan tadında yağdı, 30-35 civarı esti. Öğleye doğru anca uyanıp tekneye gittim. Sayısız ihtimal dönüyordu zihnimde. Kafadan biri tuttu, havuzluğun üstündeki iki brandadan biri açılmıştı. Neyse ki geçtiğimiz haftalarda havuzluğun Kromlarını monte edip eski biminiyi kapatmıştım üzerine. Direkt makine dairesine indim önce. Fitiller işe yaramış ve kapak damla su geçirmemişti. Ardından elime bir fener alıp tek tek camları gezmeye başladım. Bir kaç camda çok ince sızıntı gördüğümde önce biraz demoralize olduysam da her birini yokladığımda düzgün kapatmadığımı, fitillerin tam öpüşmediğini farkettim. En fazla küçük bir ayarla çözülebilecek bir sorun. İnsanlık için ne kadar küçük olsa da benim için o denli devasa bir adımdı bu. Üç yıl sonra artık Yengeç kendi imkanlarıyla kuru kalabilecek, her hafta branda çekip, branda toplamakla uğraşmayacaktım. Tekneden çıkarken rahmetli Cem geldi aklıma. En son o kalmıştı Yengeç’te ve dünkü gibi bir havada sabaha kadar ıslanmıştı…
Kafadan 10 gün hava tatsız olacak gibi görünüyor. Önümüzdeki günler onbeş lumbozun, tanesi 3 liraya malolan altışar vidasını atarak, içeriyi temizleyerek ve daha da önemlisi artık tavanlarla ilgili “challange” için çalışmaya başlayarak geçecek. İç mekanda daha çok iş var. Yeni bir iş planı yaptım. İlk hafta dört günlük bir sapmam var. Umut verici 🙂