Belki bin yıl olmuş Tuzla’ya gitmeyeli. Öyle tuhaf bir kent ki şu Şehr-i İstanbul, bir taraflarını sürekli unutuyorsunuz. Derken bir gün yolunuz düştüğünde beyninizden vurulmuşa dönüyorsunuz. Babamın o zaman ki adıyla Denizcilik Bankası’ndaki memuriyet günlerinde yaz gelince hafta sonu eğlencemiz değişmezdi; Pavli adası. Kıyıdan birkaç yüz metrelik –belki o kadar bile yoktu da ben çok küçüktüm- bir mendirekle geçilen mini minnacık bir adacıktı Pavli. Billur gibi suyu, koca koca karagözleri, yandan çarklı pavuryaları ile bir çeşit cennetti benim için. Şimdilerde gülümseten ilkel maskelerimizi kafamıza takınca büyülü bir pencereden bambaşka bir dünyaya bakardık. Biraz ürkek, biraz temkinli ama kesinlikle büyülenmiş, bir palyaço balığı kadar meraklı…
Dedim ya, bin yıl sonra Tuzla’ya düştü yolum. Dedim uzaktan da olsa görürüm Pavli adasını. Ne de olsa mini minnacıkta olsa ada sonuçta, nereye gider ki? Yol boyunca hafızamı didikledim, tanıdık bir şeyler aradım, nafile. Burası bambaşka bir dünya, ama yine de nereye gider ki bir ada? Yerlisine sorayım dedim ama sonra bende güldüm bu saçma düşünceye; İstanbul’un hatta Tuzla’nın yerlisi. Şaka gibi… Uzun lafın kısası bulamadım.
Bizans döneminde aristokratların yazlık mekanı olarak kullanılmış, bir dönem Nazım Hikmet’in rivayete göre “muhalif TKP”’yi kurmak için konferans düzenlediği, yıllarca Denizcilik Bankası’nın mütevazi sosyal tesisi olarak çalışanlarına –ve çocuklarına- hizmet vermiş, istakozları, bıçkın pavuryaları, tepsi gibi karagözleri ile bir minik adacık sırra kadem basmış, gitmiş… Olacak şey değil.
Döner dönmez oturup insanlık tarihinin en mucizevi buluşunun başına, Google denen şeytan icadında buldum çocukluğumun Pavli Adası’ndan geriye kalanı. Depremden sonra tersane ile birlikte mülkiyeti Tersane Komutanlığı’na geçince üzerine doğal olarak bir lojman ve gerekli tesisler yapılmış Pavli’nin ya da bilinen en eski adıyla Mavronosi’nin. Zaten geçen yıllar içinde çoktan alıp başını gitmiş karagözler, istakozlar, yandan çarklı pavuryalar… Aklı olan canlı kalır mı bu tekinsiz, sahipsiz sularda?
Tabi uzun yıllar gitmediğiniz bir noktasına gidiyorsanız Şehr-i İstanbul’un bu kadarla kurtulamazsınız. Alacakaranlıkla girdim Tuzla’ya, ama ne Tuzla! Ne zaman, nasıl oldu bitti, ben neredeydim, biz neredeydik, herkes neredeydi? Tabi daha bu sorular bir iki tur atamadan zihnimde günün asıl şokuyla karşılaştım; M/V Akdeniz.
Olgunluk döneminde tanışmıştım Akdeniz gemisiyle. Ankara feribotu Polonya’dan henüz gelmiş güncel görünümüyle arz-ı endam ederken bıyık altından gülümsüyor gibi gelirdi bana Akdeniz. Otuzlu yaşlarındaydı ama bilen bilir, filinta gibiydi.
Karaköy’den palamarı çözüp doğruca İzmir’e, oradan Çeşme, Bodrum, Marmaris, Fethiye, Alanya, Antalya… on gün boyunca inanılmaz bir yolculuk yapardık Akdeniz gemisiyle. İsimlerini artık hatırlayamadığım güleryüzlü mürettebatı, bambaşka bir yazının konusu olabilecek daimi müşteri Filozof Mustafa’sı, ambardan bozma havuzu, horlama sesinden yaklaşamadığınız “yataklı güvertesi”… 87 yazı olsa gerek, Gipsy Kings yeni icat olmuş, aylardan Temmuz… Temmuz akşamı, güvertede flamenko ve ayışığıyla sarmaş dolaş dans ederek yolculuk ettiniz mi hiç? Yerli aşk gemimizdi bizim, yüzen otelimiz, hatta adamızdı. Her sabah yeni bir limanda uyandığımız düş gemimizdi…
İşte şimdi o düş gemisi, bordasından denize doğru genişleyerek artan pas lekeleri ile, terkedilmiş bir halde, alacakaranlığında etkisiyle bir hayalet gemi olarak duruyor karşımda. 1955 yılında mavi sularla buluşan, 1997 yılında İ.T.Ü. Denizcilik Fakültesi’ne devredilen yaşlı Akdeniz gemisi. Hatta çökmüş Akdeniz gemisi. Hani o olgunluk döneminde tanıştığım filinta gibi gemi şimdi neredeyse sökülmeyi bekliyor.
Akdeniz gemisinden en son gelen haber 2005 yılında bağlı bulunduğu yerde bakımsızlıktan, ödeneksizlikten batma tehlikesi ile yüzyüze geldiği. Oysa nasıl da gıpta etmiştim o gemide eğitim alacaklarını düşündüğüm teknik üniversiteli öğrencilere, düşünsenize, dersliğiniz M/V Akdeniz, yani düş gemisi…
Aslına bakarsanız tekneler canlı organizmalardır, sizinle birlikte yaşarlar, yaşattığınız sürece yaşarlar. Mesela, bir teknenin ya da geminin adını değiştiremezsiniz kafanıza göre, ilk bakışta saçma gelebilir ama dedim ya, onlar etten kemikten olmasalar da canlı organizmalardır. Bu yaştan sonra ha birisi bana senin adın bundan sonra İsmet olsun demiş, ha yılların Sedefadası vapurunun adını Prof. Dr. Aykut Barka olarak değiştirmişsiniz, arada hiçbir fark yoktur aslında. Ama tabi denizle, denizcilikle biraz olsun ilişkiniz varsa. Aksi durumda, en kestirme yoldan onore etmek için insanları adlarını verirsiniz o adla doğmuş, o adla yaşamış vapurlara.
Alışmışız bir kere, dibini dinamitliyoruz denize dair ne varsa. Hatta neredeyse tahammül edemiyoruz. Bir Yassıada var ki hepi topu 7-8 mil mesafede, denizinde balık çiftliği, kıyısında pavyon tekneler, toprağında sonuna kadar Vandalizm. Önce dalıcılar Yassıada Mahkemeleri’nin yapıldığı spor salonunu parkelerini yakıp sucuk ekmek yediler yıllarca. Derken varoş bıçkınları ve tombul Slavları çıka geldi. Bir fuhuş merkezine çevirdiler adayı. Yetmedi, zaten harabeye dönmüş binalarını daha da tahrip etmeye koyuldular. Tavşanlarını vurup, duvarlarını silahlarıyla delik deşik ettiler. Her noktasından yaşam fışkıran denizi balık çiftliği ile taçlandı. Hem de sit alanında, hem de İstanbul liman sahası içinde, hem de mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’na ait Yassıada’da.
Pavli adasında lojman, Yassıada’da balık çiftliği, biraz daha gayret edersek Sivriada’dan geriye zaten bir şey kalmayacak… Ne demek olduğunu bilenler için efsane Fairfield’lardan bir tanesi “düğün salonu” olacak, ona bile sevinir olduk, öyle böyle yaşamaya devam edecek diye. M/V Akdeniz yattığı yerde ne kadar daha dayanabileceği üzerine bir bilimsel araştırmanın konusu… Plajı doldurup park yapıyoruz, sonra kamyonlar dolusu kum taşıyıp tekrar plaj.
Dedim ya başında da tuhaf bir şehir şu İstanbul. Her neresinde olursanız olun istediğiniz zaman denize ulaşabileceğinizi bilerek yaşarsınız. Ama ne zaman ki deniz kenarına geldiniz, eğer bir deniz insanıysanız keyfine varamazsınız. Öfkeyle dolarsınız. Bir şeyler yapmak istersiniz, nereden başlayacağınızı bilemezsiniz. Ve hep aynı soruyu sorarsınız; bu kadar mı azız?
Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2008