Son birbuçuk saattir pruvamda iki parlak ışık. Göz kırpmamacasına parlıyor. İskele orada olmalı, tam iki parlak ışığın olduğu yerde. Başka da ışık yok koskoca karanlık ufukta. Saatler sonra beliren iki parlak ışık ve tükenmek bilmeyen rüzgar…
Bazen reddeder insanoğlu işaretleri okumayı. Ama bilinçli, ama bilinçsiz, bodoslama dalar denizin karşı konulmaz çağrısına. Çağırmasın insanı deniz. Nerede, ne yaparsan yap, bir an evel ulaşmaktan başka bir şey gelmez insanın aklına. O andan itibaren tüm eylemler bir an evel ona ulaşmak adınadır. Sirenlerin şarkısı her nerede olursa olsun gelir, bulur seni. O andan itibaren artık yapacak bir şey yoktur…
Önceki gün ufku bakır rengine boyarken ilk işareti vermişti oysaki gökyüzü. Evimin penceresinde, çatıların arasından izlerken günün soluşunu güzelliği karşısında aklımı başımdan almış olmalıydı. Sabaha kadar defalarca kalktım yatağımdan. Volta attım durdum odalar arasında. İzafiyet teorisi vücut bulmuştu gecede, zaman akmaz olmuştu.
Sabaha karşı deniz beyazken daha çözüldü palamar. Kıçından kıçından itilen minik bot hiç de şikayetçi olmadan hareketlendi. Mermer misali sular üzerinde hepi topu on beygirlik motor dahi coştu adeta. Tüm evren onun sesiyle doluydu ne de olsa. Bu kadar yakın mıydı Heybeliada? İyi de hangi ara geldim ben Ahırkapı mendireğine? Alacakaranlıkta daha bir görkemliydi Haydarpaşa. Güneş hala başlamamıştı mesaisine. Kadıköy’de günün ilk seferini bekliyor iki yorgun vapur, ışıklar içinde.
Sait Faik’i andık Hayırsız’da hep birlikte; minik bot, martılar, bir kaç sakar meke ve ben. Biraz ileride ağır ağır ilerliyordu Medar-ı Maişet Motoru güvertesinde yorgun tayfasıyla. Topal martı daha başlamamıştı güne.
Neandros’un tam tepesinde dikilmiş kararsızca bakıyordum gün öğleye ulaşırken. Bir tarafta kıyılarını sarı-gri bir pus kaplamış, kocamış Şehr-i İstanbul, diğer tarafta uçsuz bucaksızmış gibi görünen mütevazı Marmara…
Yıllardır dolamıştım dilime; Sarayburnu’nu dönünce dünyanın tüm denizleri uzanır önünde. Oturmuş sarp bir kayanın üzerine tam da bunu düşünür buldum kendimi. Dünyanın tüm denizlerine giden yol tam da önümde. Tek sorun hayallerime taşıyacak botun Alain Bombard’ın çılgın L’Hérétique’inden bile küçük olmasıydı. Önünde saygıyla eğildiğim yarım düzine denizci hızlıca akarken bir tanesinde takıldı kaldı zihnim… William Willis!
Bombard ve Willis ikilisi doping etkisi yapmış olmalıydı gerçekliği sıkça yitirme eğiliminde olan zihnime. Botun çantasında üç litre su, iki paket Eti Burçak, iki paket sigara ve beş litre yedek benzin ama derler ya eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmesin bir kere…
Önce İstanbul, sonra tüm Prenses Adaları ve Neandros… sırayla kaybolmaya başladılar ardımızda. Deniz hala dost görünüyordu. Tatlı bir poyraz kıçıkırık motorla bir olmuş iteklemeye devam ediyorlardı minik botu. Dalgalar nazikçe geçiyordu altımızdan.
Gazı kestim usulca. Kendi dalgasından kaçmaya çalışıyordu minik bot. Marmara’nın ortasında bir yerde Pasifik’in ortasında yelkenini diken Willis geldi bir kez daha gözümün önüne. Mırıldanıyordu bir yandan:
“Clouds and winds and oceans
I chose my fate to be…
Whom the sea has taken
Never shall be free.”
Ne eksik, ne fazla; tam da buydu o an hissettiğim. Kırçıl denizin ortasında, onunla sarılmış bir halde ve o ne isterse onu yapmaktan başka seçeneğim olmaksızın… Tek yapabileceğin ona bırakmaktı kendimi, ona karşı değil, onunla birlikre hareket eden mütevazı bir İnka salı gibi.
Güneş ufka doğru alçalmaya başlarken önce Boğaz’dan kopup gelen bir karabulut sinsilesi göründü uzaklarda. Deniz ve dalgaların aksine pek de dostça görünmüyordu doğrusu. Bir sigara sonra dönüp ardıma batığımda gözlerime inanamadım… adeta kötü bir tansıktı bu. Nasıl bu kadar çabuk gelmişti tepemize?