Fenikeliler Amerika’da(!)
“Biz Kenan ülkesindeki Sayda’nın oğulları… 10 gemiyle Ezion-geber’den Kızıldeniz’e doğru seyrediyorduk. Baal bizi ayırdığından bu yana, iki yıldır Afrika kıyıları boyunca denizde diğer arkadaşlarımızla bir daha karşılaşamadan dolandık. Sonunda 12 adam ve 3 kadın buraya geldik… dileriz yüce tanrılar ve tanrıçalar bize yardım eder.”*
Yukarıdaki paragraf bu haliyle size fazla bir şey ifade etmeyebilir. O halde biraz daha ilginç kılalım: Bu satırlar milattan yüzyıllar öncesine ait olsun. Daha da ilginç kılmak adına Kenan ülkesinden yola çıkan bu 10 gemilik Fenike filosundan geride kalanların yalvarışı olduğunu söyleyelim, Tanrılara ve Tanrıçalara… Yine yetmedi derseniz 1872 yılında Brezilya’da, Paraiba nehri kıyılarında bulunmuş bir tabletin çevirisi olsun bu satırlar!
İlk bakışta ütopik bir öykü bu aslında. Hatta bir çok bilim adamına göre şaklabanlık. Düşünebiliyor musunuz; bundan neredeyse üç bin yıl önce –bugün hala alfabelerini büyük ölçüde kullandığımız- ilkel atalarımız Fenikeliler, ilkel tekneleriyle Atlantik okyanusunu aşacak ve Amerika’ya ulaşacaklar! Haydi canım…
Avrupa’nın Yazdığı Tarih…
Doğrusunu isterseniz her geçen gün aynı soruyu daha sık sorma ihtiyacı duyuyorum kendime: “Tarihi kimler yazıyor?” Çünkü söz konusu olan özellikle tarih, antropoloji, arkeoloji gibi bilim dalları olduğunda zemin o denli kayganlaşıyor ki… tek bir doğruyu kabullenmek zorlaşıyor. Çok sayıda örneği var yanılgıların, üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyası da bunun en güzel kanıtı olsa gerek.
Bir Avrupa düşünün soyunu hepi topu 50 yıl boyunca parlamış bir Hellen uygarlığına dayasın ama o uygarlığın mayasını, kaynağını; Anadolu’yu asırlarca görmezden gelsin. Seramik parçalarından yola çıkarak medeniyet payeleri dağıtsın ama nasıl olur da bir medeniyet dilini, güzel sanatlarını sözüm ona “sömürgelerinden” alır sorusuna kulaklarını tıkasın.
Neyse, biraz kişisel olabilir ama bu ve benzeri bir çok veriden yola çıkarak Avrupa’nın yazdığı tarihi oldum olası pek tutmam. Hele bir de söz konusu öykünün merkezinde deniz varsa mutlaka birkaç kez düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Neden mi? Çok basit, şöyle bir dünya haritasına bakıverseniz, beyaz adamın sözüm ona keşfettiği her noktada aslında birilerinin onlar gelmeden önce de mutlu mesut yaşayıp gittiğini görürsünüz. Örneğin Cook bir kaşif midir? Avrupa için evet ama dünya için?… Paskalya adasında yaşayıp giden “uzun kulaklılar” için Cook bir kaşif midir, yoksa felaket taciri mi? Peki ya Cortez, ya Pissaro?
Zaman Tünelinde Seyir
İsterseniz zamanda yolculuğumuza başlayalım. Milattan önce altıncı yüzyıldayız. Mısır’ın 26. Hanedanının tutkulu firavunu Necro ülkesinin sınırlarını ve görkemini arttırmakta kararlı. Öyle sınırsız bir hayalgücü var ki bu Necro’nun, dönemin diğer bir güçlü hükümdarı Babil’li Nebukadnezar bu hayalini boşa çıkaracak olsa da, Nil ile Kızıldeniz arasına bir kanal açmaya bile kalkışıyor. Ve bu denli ufku geniş bir firavunun dönemin dünyaya nam salmış denizcileri Fenikelilerle buluşması, tarihin ilk destansı yolculuklarından birine vesile oluyor. Necro tarafından kiralanarak görevlendirilen bir Fenike filosu Kızıldeniz’den Hint Okyanusuna doğru yelken açıyor ve kıyı kıyı tüm Afrika’yı kat etmek üzere seyre koyuluyor. Ve dönemin usta denizcileri Fenikeliler, yaklaşık üç yıl süren yolculuğun ardından Cebelitarık boğazından Akdeniz’e girmeyi başararak, “ilkel” filolarını –muhtemelen- İskenderiye kıyılarına bağlamayı başarıyorlar. Ve tekrar etmekte yarar var; bu seyir İsa’nın doğumundan tam altı yüz yıl önce yapılıyor!
En azından bizim eğitim sistemimizde pek yer bulamamasına karşın önemli bir diğer uygarlığın çocukları, Kartacalılar da sahne alıyor Afrika kıyıları boyunca. Bu kez milattan önce beşinci yüzyılın başlarındayız. Kral Hanno’nun 60 gemilik filosu birkaç bin Kartacalıyla birlikte yeni koloniler, yeni ticaret imkanları araştırmak için yelken açıyor Libya kıyılarından doğru. Kuzeyden güneye Afrika kıyılarını kat edip, ta Senegal’e kadar geliyorlar. En azından Kartaca’nın Kronos Tapınağı’nda yer alan tabletler böyle anlatmakta Hanno’nun deniz yolculuğunu. (The Periplus of Hanno)
Önyargıların Karanlığında Bilim
Ve sene 1872. Brezilya’nın Paraiba nehrinin kıyılarında dört tane tablet buluyor birileri. Dönemin saygın bir bilim adamı olmasının da etkisiyle, Rio de Janeiro Ulusal Müzesi’nin yöneticisi Dr. Ladislau Netto’ya ulaştırıyorlar bir kopyasını. Dr. Netto çalışmalarını tamamlayıp da tabletlerle ilgili açıklamasını yaptığında ise ortalık karışıyor; çünkü bu tabletlere bakılırsa, İsa’nın doğumundan bir hayli önce Fenikeliler Brezilya’ya gelmiş ve bu tabletleri yazmış olmalılar…
Ancak ne yazık ki aynı günlerde Paraiba bölgesinde meydana gelen bir iç isyan sırasında tabletlerin bulunduğu çiftlik neredeyse haritadan silinir. Tabletlerdense hiçbir iz kalmamıştır. Aynı günlerde yazıtın bir kopyasının ulaştığı Fransız tarihçi ve filolog Ernest Renan söz konusu tabletin bir aldatmaca olduğunu ve Dr. Netto’nun da saçmaladığını ifade edince de, konuya bir süreliğine nokta koyulmuştur.
Yaklaşık yüzyıl daha geçtikten sonra bir başka bilim adamı, Amerikalı akademisyen Cyrus H. Gordon bir kez daha Paraiba yazıtlarını gündeme taşır. Ona göre gerek Renan gerek Netto’nun yaşadığı dönemde söz konusu dil daha gizemini korumaktaydı. Oysa yirminci yüzyılın ortasından bakan Gordon’a göre, gerçekten de bir şekilde sürüklenip Amerika kıyılarına ulaşmış Fenikelilerin öyküsüydü Paraiba yazıtlarında anlatılan:
“Biz Kenan ülkesindeki Sayda’nın oğulları… 10 gemiyle Ezion-Geber’den Kızıldeniz’e doğru seyrediyorduk. Baal bizi ayırdığından bu yana, iki yıldır Afrika kıyıları boyunca denizde diğer arkadaşlarımızla bir daha karşılaşamadan dolandık. Sonunda 12 adam ve 3 kadın buraya geldik… dileriz yüce tanrılar ve tanrıçalar bize yardım eder.”
Yale Koleji başkanı Ezra Stiles 18. yüzyılda Dighton yakınlarında (Massachusetts) bulunan bir diğer taş üzerindeki yazıtın da Fenike dilinde yazılmış olduğu açıklar. Bir diğer tablet Tennesee yakınlarında, Bat Creek’te gün yüzüne çıktığında, kökeni için gözler yine Kenan ülkesine çevrilir. Yine 19. yüzyılda, – tam olarak belirtmek gerekirse 1877’de – bu kez Iowa’da bulunan Davenport tabletleri üzerine çalışan epigraf Barry Fell, söz konusu yazıtlar için yine adres olarak Kenan ülkesini gösterir.
Davenport Tabletleri
Bilimin ayrılmaz dürtüsü şüphenin kendi argümanlarını geliştirmesi de doğaldır elbet. Ancak zaten söz konusu tarih, mitoloji ve artık yaşamayan diller olduğunda çoğu zaman bir iddiayı çürütmek ispatlamaktan daha kolay olagelmiştir. Aynı şekilde, “ilkel” Fenikelilerin “ilkel tekneleri” ile koskoca Atlantik okyanusunu aşarak Güney Amerika kıyılarına ulaşmış olmalarını kabul etmek yerine, o teknelerle ancak Akdeniz’de kıyı kıyı yolculuk edebildiklerine inanmayı seçmek tabii daha kolay ve ilk bakışta daha akla yakın gelecektir.
Saydalıların bu öyküsü hala bilim dünyasında genel görüş olarak bir “feyk”. Peki ama şu taşları, üzerlerindeki mesajları bir yana bıraksak ve günümüz penceresinden şöyle bir baksak kadim okyanuslara.
Salların Altın Çağı…
20. yüzyılla birlikte bir grup adam tüm uyarılara kulaklarını tıkayıp kadim günlerin öykülerine duydukları inançla kendilerini okyanuslara bırakmasaydı, bu satırları yazmak –benim için de – belki zaman kaybı olurdu. Oysa 1948 yılında Heyerdahl’in Kon Tiki’si ile başlayan salların altın çağı, bildiğimizi sandığımız ve Avrupalıların kaleme aldığı deniz tarihini tekrar gözden geçirmenin zamanı geldiğini göstermiştir. Hakim akıntı ve rüzgarları arkasına alan Kon Tiki, üç ayda binlerce millik mesafeyi kat ederek Tuamotu adalarına ulaşırken, ilkel sandığımız denizcilerin aksine engin denizcilik bilgileri olduğunu da gözler önüne sermiştir.
Bugün denizle ve denizcilikle biraz olsun ilgisi olan herkes “ticaret rüzgarlarını” bilir. Kanarya adalarından doğru bırakın kendinizi Atlantik okyanusuna Heyerdahl gibi, ya da şişme botla çıkan Alain Bombard gibi, ver elini Karayipler!
Pasifik okyanusunu mu aşmak istiyorsunuz, buyurun Humbolt akıntısına, sizi önce Güney Amerika kıyıları boyunca ekvatora doğru taşısın, sonra zarif bir kıvrımla Pasifik adalarına doğru dirise etsin: Markiz adaları, Tuamotular, Samoalar… siz seçin destinasyonunuzu.
İyi de bundan binlerce yıl önce, bahtsız Fenikeliler Afrika kıyıları boyunca seyrederken ticaret rüzgarları yok muydu sanki? Ya da Atlantik akıntıları bugün olduğundan ne derece farklıydı? Aslında metindeki belki en güçlü ipucu “Baal”, yani “fırtına ve yağmur” tanrısı değil midir? Özellikle Paraiba bölgesinin harita üzerindeki lokasyonuna bakıldığında neredeyse kıtanın doğusundaki en uç nokta olması Afrika kıyılarından sürüklenen bir teknenin kazayla çıkması için makul bir nokta gibi görünmekte. Kanaatimce, özellikle Güneybatı Afrika’dan başlayan Benguela akıntısının sonlandığı noktanın da Paraiba bölgesi olduğu düşünülürse, söz konusu tabletlerin doğru olup olmaması bir tarafa, bu tür bir yolculuğun imkansız olmadığını ispatlar niteliktedir. Son yıllarda popüler bir söylemle, doğru noktadan “portakal kasası” bıraksanız geçer Atlantik’i… Yüzebildiği sürece, kendini denize bıraktığı sürece, hemen her nesnenin varacağı bölge en azından son bir kaç bin yıldır değişmedi.
Hatta belki de denilebilir ki, “feyk” bir yazıtla Netto’nun itibarını iki paralık etmeye çalışan her kimse, daha o günlerde gayet hakimmiş okyanus akıntılarına…
Rakahanga resifinde son nefesini verene kadar Polinezyalı denizcilere inancını yitirmeyen Eric de Bisschop sadece kadim günlerin anlatılarına inandı.
Carlos Caraveda Arca 1965 yılında düşler limanı Callao’dan çıkarken, atalarının binlerce yıldır izlediği rotayı izliyordu “pae pae”si Tangaroa ile.
Devasa gemileriyle denizlere açılan Avrupalı denizcilerden en önemli farklarıysa “denize rağmen” hareket edecek tekneler değil, “denizle birlikte” hareket eden sallar tasarlamış olmalarıydı. Kadim günlerin denizcilerinin sandığımızın aksine basit ama etkileyici sırları vardı denizciliğe dair. Mesela “guara”ları vardı. Taşınabilir salma sistemi olarak adlandırılabilecek guara tahtaları sayesinde neredeyse her türlü hava koşulunda seyredebiliyor, kıyılara kadar girebiliyor, tasavvur bile edilemeyecek manevralar yapabiliyorlardı. Sallarıyla 20-30 ton ağırlığında yükleri rahatlıkla taşıyabiliyorlardı. Sadece hakim rüzgarları kullanarak altı aylık seyirlere çıkıyor, altı ay sonra kendilerini sadece okyanusun koynuna bırakarak tekrar evlerine dönüyorlardı.
Tarihi Kimler Yazıyor?
Üzerinden geçen iki bin küsur yılın ardından olup biteni hiçbir zaman oradaymış gibi tam olarak bilemeyeceğimiz aşikar. Tabletler, tabletlerin çevirileri… Her daim ya kafamızda soru işaretleri olacak anlatılara karşı ya da mistik ve çekici geldiği için körü körüne kabulleneceğiz anlatılanları. Eldeki verilerle çok da fazla seçeneğimiz yok gibi görünüyor.
Oysa bilinen ya da bize anlatıla gelen kahramanlık tarihini bir tarafa bırakıp mütevazı insanların tarihine odaklanabilirsek, sanki biraz daha netleşecek algımız. Tarihin belki en basiretsiz kaptanı olduğunu Hindistan’a niyet Karayiplere ulaşarak ispatlayan Kolomb’u, bugün neredeyse tüm dünya beceriksiz bir kaptan değil bir kaşif olarak anmakta. Cortez ve Pizaro’nun keşifleriyse insanlık tarihinin en büyüleyici uygarlıklarının boynunun vurulması ile sonuçlandı. Beyaz adamın gittiği her coğrafyaya götürdüğü yıkım bir çeşit damgası oldu. Kim bilir, belki bu bahtsız Fenikelilerin en büyük bahtsızlığı gittikleri coğrafyayı işgal edemeyişleri, artlarında kanla ve vahşetle yazılmış günceler bırakamamış olmalarıydı. Çünkü ne yazık ki binlerce yıldır bize tarih diye pompalanan şey, insanın insan olmaktan çıktığı savaş ve kahramanlık zırvalarından ibaret. Oysa yazıldığı iddia edilen asıl tarih, içinde kendine yer bulamayan “sıradan insanın” tarihi…
Uzun lafın kısası, her geçen gün aynı soruyu daha sık soruyorum kendime: “ Sahi bu tarih denen şeyi kimler yazıyor?”
Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, Nisan 2010