Balsa kütüklerinden yapılmış bir sal, üzerinde bambudan bir kulübe, altı yetişkin adam ve bir papağan. Ve Pasifik’in orta yerinde Heyerdahl’in aklını kurcalayan haklı bir soru:
“İnsan arada sırada kendini garip durumlarda bulabilir. O duruma yavaş yavaş, doğal bir şekilde gelmiş olabilir, ama kendini olayların ortasında bulduğunda birden şaşırır ve böyle bir duruma düşmeyi nasıl olup da başarabildiğini sorar kendine.” ( *)
Biraz geriden doğru gelmek gerek anlayabilmek için. Gerçi ne anlatırsam anlatayım, bazıları için anlaşılabilecek bir durum söz konusu değil, hatta düpedüz çılgınlık bu. Ama aslında binlerce kilometrelik bu destansı yolculuğu hazırlayan iki basit neden var…
Fati-Huva’da geçen günlerinden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olamamıştı Heyerdahl için. Zihnini sürekli aynı sorun kurcalıyordu: Pasifik halklarının kökeni. New York’ta büyük bir müzenin karanlık bir ofisinde, yaşlı bir bilim adamının umutla taşıdığı el yazmalarına bakmaksızın söylediği sözler bir Mayıs sabahı içine düşeceği durumun hazırlayıcısıydı aslında. Müzedeki yaşlı adam Peruluların sallarla hiçbir zaman Pasifik’e açılmadığını, ama isterse O’nun kendi balsa salıyla Peru’dan Pasifik adalarına yolculuk yapabileceğini söyleyerek Heyerdahl’in neredeyse tüm ömrü boyunca sürecek çılgın yolculuklarının fitilini ateşliyordu…
Bu duruma yol açan diğer nedense kapitalist düzenin dikte ettiği kara ve havayolu alternatifsizliğinin aksine, denizlerin çağlar boyunca atalarımız için engel değil araç olduğunu göstermekti. Heyerdahl’in savına göre Peru kıyılarından Pae-Pae’leri ile yelken açan Kon Tiki (**) ve halefleri Pasifik boyunca tüm kültürlerini yanları sıra taşıyarak adadan adaya yayılmış, Güney Amerika kültürünü Pasifik’in ücra köşelerine kadar taşımışlardı.
Thor Heyerdahl, Knut Haughland, Bengt Danielsson, Erik Hesselberg, Torstein Raaby, Herman Watzinger ve bir yeşil papağan –miço- 28 Nisan 1947’de 8.000 kilometrelik destansı yolculuklarına Peru’nun Callao limanından işte böyle başladılar.
Yerlilerin Pae Pae adını verdikleri sallar geçtiğimiz yüzyıla kadar kullanılmaktaymış aslında. İleri teknoloji en ücra köşelere kadar burnunu sokmadan önce, binlerce yıl boyunca İnkalar bu sallarla filolar halinde açık denizlere yelken açmış. Her konuda kendini dev aynasında görmek gibi bir kuruntusu olan günümüz insanının tüm itirazlarına karşın Pae Pae’ler denize karşı değil, denizle birlikte ve uyum içinde tutarlı ve kararlı bir yolculuk aracı olmuş her daim.
Kon Tiki ekibinin yolculuk boyunca tek kaybı olur: miço papağan… onu da dalgalar alıp götürür bir fırtına sırasında. Okyanusta kural basittir; hayatta kalmak istiyorsan teknede kalmalısın; denize düşen, denize kalır. Ama bu arada mürettebata yengeç Johannes eklenir. Johannes serüven boyunca dümencinin yanı başındaki tahtaların arasında yolculuk etmektedir.
Uçanbalıklardan oluşan kahvaltılar, köpekbalığı avları, çeşitli bilimsel deneyler, bazen bitmek bilmeyecekmiş gibi görünen fırtınalarla geçer günler. Can havliyle palamutlardan kaçarken suratlara çarpan uçanbalıklar, kulübenin tepesinde bulunan bir yavru mürekkep balığı, def-i hacet sırasında musallat olan bir köpekbalığı, uyku tulumunun içinden çıkan ne idüğü belirsiz bir tuhaf mahluk –bu yolculukta ilk kez karşılaşılan yılan balığı Gempylus– gibi irili ufaklı olaylar salın üzerindeki rutin yaşantıya renk katar.
Deniz korkulanın aksine her daim yanlarındadır. Daha doğrusu balsa sal öylesine uyumludur ki denizle, deniz onu ya ciddiye dahi almamaktadır ya da şefkatle, özenle koynunda taşımaktadır. En ürkütücü dalga salın kıçına yaklaştığında dahi altı adam sakince salın en üst noktaya kadar yükselmesini ve sonra zarifçe dalganın üzerinden kayarak süzülmesini bekler sadece. Tüm ürkütücü kehanetlerin aksine Kon Tiki, balsa kütüklerinin özsuyu sayesinde su çekmemektedir. Daha da önemlisi tamamen bitkisel olan halatlar balsa kütüklerine sürtünerek aşınmak yerine, kütükleri aşındırıp içine gömülerek daha bir sağlamlaşmaktadır. Yani ilkel ama doğal teknoloji bir çok kurt denizcinin ölümcül kehanetlerini boşa çıkartmıştır. Hatta ilk günlerde “guara” denen omurga tahtalarının ne işe yaradığını bir türlü anlayamayan altı adam, işlevini keşfedince İnkaların ne denli başarılı denizciler olduklarını bir kez daha anlarlar. (***)
Sonuç olarak balsa kütüklerinin su çekerek batmasından, liflerden mamul halatların aşınarak kopmasına kadar sayısız uyarılara karşın Kon Tiki’ye inanmayı seçen Heyerdahl ve arkadaşları, yüz günlük yolculuklarının ardından hala tek parça olan “Pae Pae“leri Kon Tiki ile Raroia resifine ulaşmayı başarırlar. (****)
Kon Tiki’nin destansı yolculuğu 7 Ağustos 1947’de Tuamoto Adaları arasında birbirinden tehlikeli mercan resifleri, resiflerde kırılan berrak ama tehlikeli dalgalar ve zaman zaman görülmeyecek denli sığ mercan döküntüleri arasında yer alan Raroia resifinde sona erer. Altı adam, bir plastik bot ve uzaktan bakıldığında enkaz yığınını andıran Kon Tiki resife girdiğinde ekspedisyonun da sonu görünmüştür. Mürettebat resifin sıcakkanlı yerlileri ile geçen günlerin ardından yedeğe alınmış Kon Tiki ile Tahiti’ye yolculuk eder ve eve dönüşlerini tamamlar.
Heyerdahl sonraki yıllarda da inanılmaz yolculuklarına devam edecek ve belki de insanlık tarihinin en çılgın bilim adamı olarak RA Ekspedisyonu ile Atlantik’i aşacaktır. Tigris Ekspediyonu’nu tamamladığındaysa Ortadoğu halklarının da sanılanın aksine denizi bir araç olarak kullandığına dikkatleri çekecektir. Heyerdahl sürekli yollarda geçen yaşamını tamamladığında ardında tarih boyunca denizin sanıldığı gibi dünya halkları arasında engel değil aksine bir köprü olduğuna dair destansı günceler bırakır.1948 yılında yayınlanan “Kon-Tiki / Pasifik’te 100 Gün” adlı eseriyse Pasifik halklarının kökenine dair savını ispatlamanın ötesinde, böyle bir serüven için neredeyse ihtiyaç duyulabilecek tüm bilgilere dair ipuçları da veren bulunmaz bir rehber niteliğindedir.
Birkaç yıl sonra tek başına bir sal üzerinde kendini Pasifik’in koynuna bırakan William Willis üzerinde bunun ne derece etkisi vardır bilemiyorum ama doğaya karşı değil doğayla birlikte olma fikrine inananlar için artık Salların Altın Çağı başlamıştır. Ve peşi sıra Eric de Bisschop, Carlos J. Caraveda Arca, Alain Bombard, Devere Baker bir şekilde kendilerini okyanuslarda bulan kaşifler olarak salların altın çağına adlarını yazdıracaklardır.
SAYGIYLA!
Hakan Tiryaki
Naviga, Şubat 2010
1 “Kon-Tiki / Pasifik’te 100 Gün” – Thor Heyerdahl
2 “Kon Tiki”: Güneş Tanrı
3 Salın üzerinde yer alan guaraları kontrol ederek dümen kullanmaksızın sabit rotalarda ilerlemeleri belki de İnkalı denizcilerin en önemli sırrıydı. Her ne kadar bugün aşina olduğumuz basit bir salma sistemi gibi görünse de bir salı sadece bu tahtaların derinliklerini ayarlayarak basitçe yönlendirmek, dönemin denizcilerinin dehasının basit bir göstergesi olsa gerek.
4 Aslında 93 gün olarak hesaplanmıştır yolculuk. Hatta tam da 93. günde Puka Puka adası gösterir kendini ufukta. Fakat Kon Tiki’nin hareket kabiliyeti biraz kısıtlı olduğundan uzaktan bakmakla yetinmek zorunda kalır ekip. 97. gündeyse Angatau resifinin güler yüzlü yerlilerinin gayretine rağmen Kon Tiki’yi resifin aralığından içeri sokabilmek mümkün olamamıştır.