Üç deniz

“İstanbul’dan başlayıp Kaş’ta sona eren epik, didaktik ve de ibretlik bir seyir öyküsü.”

Marmara | Ege | Akdeniz

Marmara

Çok uzun yıllardır hayalini kurduğum bu sahnede tek yanlış vardı. Sarayburnu’ndan çıkmalıydım bu yolculuğa. Tam gün batarken ağır ağır Ahırkapı mendireği boyunca ilerlerken son kez Haydarpaşa’nın görkemini, Kadıköy’ün sıcaklığını zihnime kazımalı, Kızkulesi’ni bordalar bordalamaz Osmanlı Caddesi’ni ve tüm kargaşasını arkamda bırakmalıydım. Sarayburnu’nu dönüp, dünyanın tüm denizlerine… Dönüp sıkça ardıma bakmalı, mendirek üzerinde kanatlarını kurutan karabatakları, hemen yanı başında günün yorgunluğunu atan martıları ve Kadıköy tarafında kendine yer bulan balıkçılları kazımalıydım zihnime.

Aganta! Burina! Burinata! Marinanın mendireğini dönerken dudaklarımdan dökülüverdi. İlk kez denize çıkan Mahmuttum, Callao limanına doğru son kez el sallayan William Willis, Ateşoğlu, Topal Hasan, Nuri Ateş, Agani… hepsiydim. Mendireği döndükten sonra sadece bir kare fotoğraf çektim geriye doğru bakıp ve A dios Pendik! A dios İstanbul! Hoşça kal doğduğum deniz, yüzdüğüm deniz, beni ben yapan deniz. Varoluşumun kırkbeşinci yılında ağır ağır ardımda bıraktığım deniz…

Her zamankinin aksine, kıyıya yakın seyrediyorum. Pendik sahili, Kordonboyu’ndaki son evim, Dragos tepesi; buradan Boğaz’a, Ahırkapı’dan ta Çanakkale Boğazı’na avucumun içi gibi bildiğim, dahası baba ocağında gibi güvende hissettiğim deniz. Heyecanlıyım. Üzgün ya da buruk değil ama şaşkınım. Sonunda o gün geldi. Son kez çıkıyorum marinadan, Neandros’u, Sedefadası’nı, Kordonboyu’ndaki çok sevdiğim evimi son kez izliyorum belki de.

Yengeç binikiyüzelli devirde söylenerek ilerliyor. Su hattından omurgasına midyelerle sıvalı bir halde, neredeyse ana bacı sövüyor. Ama yine de öyle güzel süzülüyor ki, ne onu, ne de emektar Ford’u daha fazla zorlayasım yok. Ağır ağır ilerliyoruz sahile paralel. Dört buçuk deniz mili hızımız. İskelemizde Büyükada, Heybeli pruvada, güneş yavaş yavaş tamamlıyor mesaisini. Burgaz’da tonozda kalacağım bu gece. Öyle yaptık programı.

Son bir yılı geçirdiğimiz marinadan çıkarken emin olduğum iki şeyden biri artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı. Diğeri ise bu gece havanın patlayacağı.

Attahualapa’nın (son İnka imparatoru) rüyası ve William Willis’in tasvirleri sonrası janjanlı gün batımlarından ürker olmuştum. Bu akşam da nesi varsa ortaya koydu İstanbul ve deniz. Bu arada geride, Tuzla taraflarında şimşekler çakmaya başlamıştı. Heybeli’yi dönerken yanık olan hava gecenin devamı için gayet net mesaj vermeye başlamıştı.

Neredeyse çocukluğumdan beri hep bir bağ olduğunu hissetmişimdir Marmara’yla. Öyle tuhaf bir güvenim vardı ki Ona, neredeyse küçümsediğim, ciddiye almadığım hissi uyandırırdı çevremde. Her fırsatta, “Marmara işte, götüm kadar deniz. Bir yerinden olmasa, başka bir yerinden çıkarsın karaya mutlaka.” der geçerdim. Öyleydi de gerçekten. Su soğuk olmadığı sürece hakim akıntılarla en kötü ihtimal Nara Burnu keser önünü. Yeter ki soğuk olmasın, yeter ki bırak kendini denize.

Kaşıkadası’nı dönüp Burgaz’a doğru yaklaşırken artık hava kararmıştı. Sahildeki restoranlar önümde ışıl ışıl, rakı kokusu alıyorum neredeyse. Antigoni’den Erkan’ı aradım, ben geldim dedim. Beklememi söyledi. 5-10 dakika sonra botlu bir bıçkın yardıra yardıra geldi. Takip etmemi istedi. Restoranların önüne bağlarım diye beklerken beni spor kulübünün önündeki kanala en yakın tonoza doğru yönlendirdi. “Aman!” dedim, “bizim dana sabıkalı, tonoz sağlam mıdır?”. “Neler bağladık abi biz buna” şeklinde son derece aydınlatıcı bir yanıttan sonra tonoza doğru yaklaşmamı istedi.

Botlu bıçkının kazmalığı, benim de bir anlık dikkatsizliğim sonucu botun halatını uskura sardırarak başladık geceye. Öyle, böyle aldım tonozu nihayet. Küheylanı susturup bir sigara yaktım adet olduğu üzere. İki nefes almamıştım ki yazlık tenteler geldi aklıma. Hava esmeden takayım, rahat edeyim dedim. Son parçasını da taktıktan sonra birden süpürgem ve faraşım uçup gittim burnumu sıyırarak. Ne olduğunu anlayamadan çıldırdı hava. Bir sigara daha yaktım. Hazırlıklıyım ya, biliyorum, esecek bu gece hava.

Sigarayı yarılayamadan işlerin kontrolden çıktığını farkettim. En uç tonozdayım ve dalga boyu gittikçe yükselmeye başladı. Daha belki on dakika geçmemişti ki sürüklendiğimizi farkettim. Koca karınlı kızım bir yandan dalga, bir yandan 48-50 knot esen rüzgarla birlikte aldı tonozu, başladı Kaşıkadası’na doğru sürüklenmeye.

Belki de ilk kez Marmara ürkütüyordu beni bu gece. Kontrolden çıkmıştı, yalnızdım, uzun zamandır uğraşmama karşın Yengeç’e güvenmiyordum. Önce marş basmadı. Onbeş dakika yüreğimi ağzıma getirdi. Sonunda çalıştı. Sevinemedim bile. Sanırsın ki götüm kadar Marmara’da değil “kükreyen kırklar”dayız.

Güncelerini okuduğum bir sürü denizcinin okyanusun ortasında, gecenin karanlığında fırtınayla nasıl başa çıktığını düşünürdüm hep. İki tarafım ada, biraz ilerisi İstanbul ama gel gör huzursuzum. Bir türlü sakinleşemiyorum. Burgaz’In ışıkları daha çok endişe veriyor bana. Açık denizde olsaydım diye geçiriyorum içimden. En azından akışına bırakır, bir şekilde zaman geçirirdim. Ama burada, Burgaz’ın hemen önünde dümen dinlemeyen koca karınlı kızım, yol almaya çalışan birkaç tekne, iskele… ne yapacağımı tam olarak kestiremeden sadece vaziyeti idare ediyorum bir süre. Sonunda arayıp Erkan’ı, yer yoksa seriyorum zinciri restoranların önüne diyorum. Erkan panik halde, olmaz diyor ama bilmiyor blöf yaptığımı. Birazdan bir yer ayarlıyorlar yük iskelesinde, bir irice tekneye aborde oluyorum. Deli bağlar gibi bağlıyorum Yengeç’i. 10 dakika sonra tekne çıkacağım diyor, ona yol veriyorum. Yengeç sınırlarını zorluyor.

Sonunda yük iskelesine aborde olup soluğu Antigoni’de alıyorum. Bir duble rakı, kavun, peynir ve patlıcan ezme… tekrar hayata dönüyorum.

Havuzluğa dönüp kıvrılıyorum. Kafam karışık. En sonunda terk ediyorum İstanbul’u. Martısını, yeditepesini, Haydarpaşa’yı, Kadıköy’ü, Moda’yı… ama hala farkında değilim tam olarak olan bitenin. Usturmaçaların iniltileri arasında tilki uykusuyla geliyor sabah.

Birileri kaportaya parçalamak istercesine vuruyor. Küfrederek uyanıyorum yeni güne. Kaportadan kafamı uzatırken sabaha karşı kamaraya geçtiğimi farkediyorum. Uyku sersemi anlayabildiğim tekne gelecekmiş, yer vermem lazımmış. Saate bakıyorum, 07:15. Gece bitmiş halde gelen minik motoryatı farkediyorum, iskelemde sallanıyor. Onlara sesleniyorum. Önce onları çözüyoruz, sonra ben avara oluyorum. Zerzevat yüklü bir çektirmeye verip yerimi sonra tekrar ona aborde oluyorum. Sonra tekrar motoryat bana aborde oluyor. Sabah şaka gibi başlıyor. Ama ne yaparsın, adı üzerinde, yük iskelesi.

Gece uskura sarılan halat aklımdan çıkmıyor. Bir çay sallayıp, sigaramı tüttürüyor ve hemen ardından ekipmanı kuşanıp bırakıyorum kendimi suya. Uskur fena görünmüyor, ince bir parça halat kalmış şaftın etrafında, kolayca temizliyorum. Fakat teknenin altı tek kelimeyle felaket. Su hattından omurgaya, gerçeküstü bir görüntü, silme midye! Tüpte hava kaput, sadece uskuru ve dümen palasını temizleyip çıkıyorum.

Çıktığımda adeta bir film setinde hissediyorum kendimi. Hemen yanı başımdaki tekne silme zerzevat dolu. Birileri gidiyor, geliyor, domates, biber, hıyar vs taşıyor. Hamallar, el arabaları. Curcunayı izlerken bir yandan da çay-sigara keyfi yapıyorum. Ne de olsa hava 18-25 knot aralığında…

Saat 10:00 gibi Nükhet motorla geliyor iskeleye. Birlikte kahvaltı edip alışveriş yapıyoruz yol için. Geri döndüğümüz gibi bir kez daha avara, bir kez daha aborde oluyoruz. Gözüm sürekli hava durumunda. Pazar gününe kadar pek çıkılası hava yok. Diğer taraftan akşamüstünden itibaren WindGuru göz kırpıyor.

Daha yarım saat olmadan yine birileri geliyor, tekne geliyor diyorlar. Avara oluyoruz. Üzerine aborde oluyoruz. Bu arada hava bindiriyor bir yandan, her manevra dikenüstü. Öğle saatlerinde hava tekrar şişmeye başladı. 25-30 knot aralığında esiyor. Bulutlar iyice alçaldı ama bir türlü indiremiyor.

Avara ol, dön, dolan, eğlen; aborde ol. Avara ol, dön, dolan, eğlen; aborde ol. Avara ol, dön, dolan, eğlen; aborde ol.

Nasıl bir gün seçmişiz, bitmiyor. Tekrar tekrar aynı şeyler. Her seferinde biraz daha güçleşiyor çünkü hava gittikçe sertleşiyor. Saatler 15:00’i gösterdiğinde sanırım on kez tekrarlandı bu ritüel.

Yine bir çektirmeye aborde olurken biraz kaçırmışım kafayı, hafiften çizdik adamı ama neyse ki teknesi dökülüyor. Yengeç’inde sancak baş omuzluğunda bir nazarlığı oldu. Burgaz’dan nefret etmeme ramak kaldı.
Bir saat daha geçti ve yine avarayız. Bu kez iskele tamamen boşaldı. Artık bizim. Fakat halat verecek kimse kalmadı. Sancaktan aborde olacağım fakat rüzgar 30 knot’ı aştı. Yengeç gittikçe asileşiyor. Nükhet iki halatı da hazırladı, ağır ağır yaklaşmaya başladık iskeleye. O sırada iki eleman iskelenin ucuna doğru yürümeye başlayınca “oh” dedim, yırttık. Nükhet’e “hiç inme, adamlara at halatları” dedim.

Ağır ama seri hareketlerle yaklaştık iskeleye. Nükhet adamlara seslendi. Bön bön bakmalarına rağmen hala tüm iyi niyetimizle yardımcı olacaklarını sanıyoruz. Adamlar neye kafa salladı, ne anladı bilmiyorum ama Nükhet halatı adamın ayaklarının dibine attı. Fakat elemanlar aralarında sohbet etmeye devam ediyorlar. Hatta sanırsınız ki koskoca Yengeç şeffaf. Dümenin başından hangi kelimelerle olduğunu bilmiyorum ama kelimenin tam anlamıyla kükredim. En azından dikkatlerini çekebildik. Adamlardan biri eğilip halatı aldı ve ne yapacağını sordu. Nükhet’e önce atla dedim, sonra aykırı düşen Yengeç’e bakarak vazgeçtim, al dedim halatları. Zaten o arada da yine sancak bordamızı beton iskelenin çıkıntısına itina ile sürttük. İki adamın cilalanmadık yeri kalmadı.

Son günlerin yorgunluğu, önceki gecenin bitkinliği ve bugünün temposu ile zıvanadan çıkmama ramak kalmıştı ki botla iki kişi yaklaştı. Uzaktan izliyorlarmış. Gelin dediler, biz yardımcı oluruz. Tekrar yaklaştık ve yardımlarıyla sorunsuz bir şekilde bağlandık. An itibarı ile Poseidon gelse artık yerimden oynatamaz beni dedim. Çayımı sallayıp, sigaramı yaktım.

Sigaranın yarısına gelmeden şiştikçe şişen hava sonunda patladı.

35-40 knot aralığında rüzgar, kovadan boşanırcasına yağmur. Bekliyordum aslında ama bu kadarını değil. Hele ki bu ikisi bir arada olunca neredeyse denizden soğutuyor beni. Bir saate yarın yağdı da yağdı. Hava karardı, gök gürledi, şimşekler çaktı. Tavla oynadık, kitap okuduk, tamirat yaptık. Bir şekilde zaman öldürdük. Saat beş gibi yağmur pat diye kesildi, rüzgar durdu ve pırıl pırıl bir güneş gözümüzü almaya başladı.

Tabi hemen ardından da yine bir yük teknesi kapımıza dayandı. Diğer taraf boş olduğu halde inatla bizim olduğunuz yere girme istiyor. Ben de inatla olmaz diyorum. Meğer o sadece başlangıçmış. Bir sonra gelen gemi yavrusu, tekne irisi bir şey, seve seve avara olduk tekrar. Bir yarım saat daha eğlendik restoranların önünde. Tekrar kendimize bir yer bulup aborde olduğumuzda Nükhet de, ben de sıyırmaya başlamıştık. Bugün daha Cuma ve Pazar hatta Pazartesi gününe kadar kalmamız gerekebilecek.

Tekrar WindGuru ve diğerlerini açtık, başladık planları revize etmeye. Doğrusu yol üzerinde gece boyunca 18 knot üzeri hava görünmüyor. 18 knot’ı anlamaz bile koca karınlı kızım. Hızlıca markete gidip alışveriş yaptık ve geri döndüğümüz gibi çözdük palamarı. Kanaldan ağır ağır ilerlerken dönüp ardıma bile bakmak istemedim.

Yıllardır beklediğim, hayalini kurduğum yolculuk bir kez daha ve yine alakasız bir noktadan başladı. Saat 18:00 ve pruvamız ayakta kalmayı başarabilirsem Marmara Adası. Deniz halen nefis, dost. Solugan can sıkar diyordum, o da yok.

Yengeç karinasında beslediği alemin en mutlu ve en besili midye kolonisi ile 1250 devirde ancak 4,5 knot civarı yol alabiliyor. Sırası gelmeyen işlerden biri de karina temizliği oldu. Her şey öyle apar topar oldu ki…

Nükhet havuzlukta yayılıyor, ben içimde tuhaf bir huzursuzlukla çevremi izliyorum. Huzursuzum çünkü plan-program hepsi yalan oldu. Ora olmazsa bura modunda çıktım yola. Tüm gece yol yapacağım ama önceki gecenin yorgunluğu hala üzerimde. Dinlenmek şöyle dursun, gün boyu avara-aborde, avara-aborde tükendim resmen.

Hızımız da canımı sıkıyor. Bu hızla en az 14-15 saat yol alacağız. Ama Pazar ya da Pazartesi gününü beklemektense atıp kendimizi Marmara Adası’na, orada oyalanmak daha cazip geldi.

Yassıada bordamızda ve hala rota konusunda kararsızım. Güneye inmek istemiyorum nedense. İnatla orta suda yol alıyorum. Duraklamam gerekirse hala kararsızım, kuzey mi, güney mi; nereye sığınacağımı bilmiyorum. Daha doğrusu seçmekte zorlanıyorum.

Yassı ardımızda kaybolurken ileride şimşekler çakmaya başlamıştı. Hava alaca karanlık, deniz hala gayet makul, rüzgar 5-6 knot ya var, ya yok. Ama İleride, Yeşilköy hatta Büyükçekmece taraflarında gökyüzü bir kararıyor, bir açılıyor; şimşekler çakıyor. Bir yerde yakalayacak bizi de, biliyorum ama WindGuru en delikanlısı 18 knot diyor ya çok da takmıyorum.

Yeşilköy açıklarına doğru havanın tadı kaçmaya başladı. Önce dalgalar irileşmeye başladı. Zaten güçlükle ilerleyen Yengeç hepten sürünmeye başladı. Rüzgar hızla 25-26 knot’a tırmandı. Başımın belası Lodos sahne aldı yine. İki kütleyi sıyırmıştık ama üçüncüsü bildiğin üzerimizde patladı.
Nükhet’i deniz tutuyor. Havuzlukta kıvrıldı kaldı. Çünkü son yarım saattir Yengeç ilerlemiyor, sadece debeleniyor. Kaldır kafayı, vur kafayı. Hızımız 3-3,5 knot. Teknenin altını düşündükçe gaza yüklenmek istemiyorum. Hala 1250 devirde çalışıyor küheylan.

Hava karardı. Gökgürültülü, okkalı bir yağmur çevremizi sardı. Daha bacak kadar çocukken bile şöyle bir bakınca iyi kötü bir fikir edinirdim havaya dair. Ne olsa Marmara, kendi denizim. Geçen yıllarla ben mi kazmalaştım, iklim mi değişti ya da hesap makineleri ve bilgisayarlar gibi sayısız hava durumu sitesi mi beni tembelleştirdi, bilmiyorum ama bir ucundan diğerine Marmara’yı aşmaya kalkıyorum ve bir kaç hava durumu sitesinin tahmini dışında bir fikir yürütemiyorum. Canımı sıkıyor bu durum. Agani sağ olsa okkalı bir küfür sallardı bana da, akıllı telefonumda yüklü hava tahmin aplikasyonlarına da…

Neredeyse bir buçuk saattir yerimizde sayıyoruz. Nükhet arada kafasını kaldırıp “nerelerdeyiz?” diye soruyor. Her seferinde aynı yanıtı alıyor. “Yeşilköy açıklarında.”

Motor, marş, şanzıman daha yeni elden geçti. Aktarma sistemi yenilendi, eski mafsal yerine fleksibıl kaplin takıldı. Küheylan gayet formda ama bir yandan karinadaki şerefsiz midye kolonisi, bir yandan kafadan bindiren dalgalar; olmuyor. Bir türlü yol alamıyoruz. Sık sık bayılıyor, dalgalara tırmanamıyoruz. Biraz daha yol veriyorum. 1450 deviri sever küheylanım. Altı temizse 7-7,5 knot gider makul havada. Ama bu gece 200 devirin karşılığı yarım mil bile değil. Tekrar 1250 devire düşürüyorum.

İstersen bir yere girelim diyorum Nükhet’e. İyi olur diyor. Alternatifler Esenköy ya da Mimar Sinan. Her ikisi için de bayağı bir sallanacağız diyorum. Öyle bir noktadayız ki, Esenköy neredeyse 90 derece iskelemizde, bordadan bir kaç saat hava yemek demek. Mimar Sinan daha makul bir noktada ama bu havada nasıl girerim, hiç bir fikrim yok.

Mimar Sinan ihtimalini düşünerek biraz daha kuzeye çeviriyoruz rotamızı.

Saat 21:30. Çıldıran yağmura karşın deniz biraz küçüldü. Biraz daha rahat yol almaya başladık. Hatta Nükhet’te biraz kendine gelip, havuzlukta yattığı yerde doğruldu. Nereden estiyse, “Bu havada motorumuz bozulursa ne olur?” diye sordu. “Len dedim, ağzını hayra aç! Bildiğin sıçarız.”

Bata çıka Küçükçekmece’yi bordaladık. İçten içe kuduruyorum. Kendimi bilirim, hiç bir işim sorunsuz olmaz. Ama şu hep hayalini kurduğum yolculuk daha ilk geceden acıtacağının sinyallerini vermeye başladı. Daha yirmidört saat önce pruvamda bir tonoz, 48-50 knot rüzgarla sürükleniyor, bir yandan da motoru çalıştırmaya çalışıyordum. Yirmi dört saat sonra şimdi de Küçükçekmece açıklarında iskele-sancak Yusuflarımla bata çıka ilerliyorum. Tekne sahibi olana kadar nasıl da keyifli bir şeydi denizde olmak. Ama şimdi…

Küçükçekmece açıklarında Yengeçle geçen bir yılı düşünürken buldum kendimi. Nisan ayında Bodrum’dan yola çıktığım günden beri bir yandan otuziki dişim ortada geziyor ama diğer yandan sigara ve temel gıda harcamalarım dışında kalan, olan-olmayan her kuruşumu ona gömüyordum. Buna karşın ortada hala her bir yeri yarım yamalak bir Yengeç vardı. Sadece son iki ayda harcadığım parayla iki Zanzibar, bir Tayland yapar, kalanıyla da bir küçük güney turu çıkartırdım. Düşündükçe batmaya başladım. Yengeç’ten önce kendi halimde bir deniz adamıydım. Bindiğim her teknede kalifiye bir miçoydum ve gayet de keyfim yerindeydi. Ne sorumluluk, ne sorun. Oysa şimdi Marmara’nın ortasında, 700 millik yolun daha henüz başında varoluşun tüm sorumluluğu üzerimdeymişçesine eziliyordum. Hangi rota? Nereye girmeli? Nasıl girmeli? Mimar Sinan’ın girişi nasıldır? Topuk falan var mıdır? 20 saatlik mazot yetecek mi? Bunların hiç biri benim sorunum değildi yakın bir zamana kadar. Oysa şimdi Yengeç ve mürettebatı tamamen benim sorumluluğumdaydı. Sulamak zorunda kalmamak için evdeki iki Benjamin ve bir Yuka’yı bile başkasına veren, sorumluluk alma konusunda ince eleyip, sık dokuyan ben nasıl bir sorumluluğun altına girdiğimi daha yeni yeni kavramaya başlıyordum.
Saat 23:00. Büyükçekmece açıklarına doğru yaklaşıyoruz. 24-26 knot esiyor lodostan. Dalga boyu ya biraz daha azaldı ya da iyice alıştık. Ama hızımız aynı. 3,5-4 knot. Bazen öyle bayılıyoruz ki 2 knot’a hatta altına bile düşüyor.

Nükhet tekrar uyuklamaya başladı. Ben bir boşluk yakalayıp bir çay sallamak derdindeyim. Otopilot kafadan havada fena iş çıkartmıyor ama yine de dümenin başındayım. Yola çıkalı yedi saat olmuş. Daha oturmadım. Sürekli çevremi ve göstergeleri izliyorum. Yorgunsam bile hissetmiyorum.

Nispeten sakin bir şekilde ilerlerken birden makine dairesinden tangır tungur bir metal sesi geliyor ve motor duruyor. Nükhet yattığı yerden fırlıyor. Ben iki adımda makine dairesinin kapısına atıyorum kendimi. Kapıyı açtığımda gördüğüm manzara uzun yıllar zihnimden silinmeyecektir sanırım.

İki saat önce Nükhet’in sorduğu soru, şimdi yeni sorunumuz oldu. Motor olduğu yerden, takozlardan çıkmış, şanzıman yerde yan yatıyor. Kaplin kesmiş. Yani kısacası artık motor yok. Hatta uzunca bir süre motor yok. Hassiktir! Motor yok. Bildiğin motorsuz kaldık. E zaten yelken de yok.

Yukarı çıktım. Nükhet “Ne olmuş?” diye sordu. “Dediğin olmuş. Artık motorumuz yok.” dedim.

23:37. 30 knot civarı esiyor. Yengeç sessiz. Daha doğrusu bir tek Yengeç sessiz. Rüzgar uğulduyor. Pruvamda, baş omuzluklarda bir teknenin gaz kestiğinde çıkarttığına benzer bir ses, gecenin karanlığında insanı biraz ürpertiyor. Bir kaç dakika sonra o sesin kaynağının kırılan dalgalar olduğunu farkediyorum. Sesi her duyduğumda Yengeç bir tarafa devriliyor.

Sahil Güvenlik’i ve Cem’i aradım. Koordinatları verdim. Sahil Güvenlik geliriz ama sadece sizi alırız dedi. Telefonun ucundaki adamcağıza direkt “sokarım teknesine, siz gelin yeter!” dedim. Öyle karışık bir haldeyim ki…

Fleksibıl kaplini yaparken defalarca “Usta bu tahta takozlar çok biçimsiz oldu. Güven vermiyor.” dedim. O kadar çok söyledim ki en sonunda geldi, daha 3-4 gün önce değiştirdi. Ama gel gör, yenisi de eskisi kadar güven veriyordu. Yine söylendim ama, “Bunca yıllık ustayım, merak etme sen.” dedikten sonra daha yapacak bir şey kalmadı. Şimdi lodos fırtınasının ortasında ustaya küfrederek sürükleniyorum.

00:00. Rüzgar 34-36 knot esmeye başladı. Dört tarafımıza yıldırımlar düşüyor. Nükhet’in üzerini örttüm. Havuzluğun bir ucunda öylece uzanıyor. Yağmur tente falan dinlemiyor, havuzluğa da giriyor. Bu arada kontrolsüz kalan Yengeç hemen her pozisyona giriyor. Her an teknenin bir yerlerinden kırılan, dökülen bir şeylerin sesleri geliyor.

00:10. Bu tekne batmıyor. Tüm öfkesiyle bindiriyor lodos. Az evvel makinayla 2,5 knot hız yapabilen Yengeç şu an 3,2 knot hızla sürükleniyor. Her yönden yalpaya düşüyor ama bana mısın demiyor. Alabora olmuş tırhandil yok der dururlardı, duyardım ama şimdi yaşıyorum, bu tekneyi alabora etmek mümkün değil.

00:30 Sahil Güvenlik’ten hala ses yok. Nükhet’ten de. İlk andaki şoku büyük ölçüde atlattım. Hatta hayranlıkla Yengeç’i izliyorum. Kavun çekirdeği benzetmesi nasıl da doğruymuş. Ne yapsa, ne etse tutamıyor, sıkıştıramıyor onu deniz. Bir şekilde kaçıyor elinden.

00:45. Sahil Güvenlik tekrar arıyor, Ataköy’den çıkıyoruz diyor. Cem arıyor, balıkçı teknesi bulamadığını, Mimar Sinan’dan Ambarlı’ya yola çıktığını söylüyor.

İlk on dakika içinde birileri gelse Yengeç’i bırakmaya hazırdım. Öyle öfkeli, öyle bıkkındım ki, dönüp ardıma bakmadan bırakıp gitmeye hazırdım. Sürekli zihnimde aynı şeyler dönüyordu; olmuyor, olmayacak. Her kuruşumu tükettim ve denizin ortasında mahsurum. Kim çekecek? Kaça çekecek? Nereye bağlayacağız? Ne kadar tutacak tamirat? Ne kadar daha dayanabilirim? Soru işaretleri ormanında yolumu kaybetmek üzereydim ki ölene kadar unutamayacağım bir manzaranın parçası oldum. İskele baş-omuzluktan gelen bir dalga ile yükselen koca karınlı teknem sancak camların üzerine devrildi. Resmen devrildi! Kaportaya yapışmış olmama rağmen ben de devrildim. İnsan zihni tuhaf işliyor. İlk aklıma gelen camların su yapması oldu. “Hassiktir! Yine ıslandı yatak!”

Bir ara gözüm GPS’e takıldı. Hızımız 3,2 knot. Sonra birden dank etti. Sürükleniyoruz da nereye? GPS’e baktığım gibi telsizi aldım elime Türk Radyo’ya çağrı yaptım. Yengeç tam gemi yolunun ortasındaydı. Çevreme bakınca yağmura rağmen tonajlı gemilerin seyir fenerlerini görebiliyordum. Kurcata aydınlatmalarını yaktım. Yengeç oldu mu parti teknesi!

01:30. İki saat sonra Sahil Güvenlik tekrar aradı ve bir kez daha geliyoruz ama sadece sizi alırız dedi. Bu kez “Kız arkadaşım iyi değil, onu alın.” dedim. Artık pek de umursamıyordum kendi adıma. Şu dalgaların kırılma sesi sinirimi bozuyordu ama onun dışında en ciddi sıkıntım çay yapamamaktı.

02:00 Sahil Güvenlik yine aradı ve Küçükçekmece’den dönüyoruz, gelemiyoruz, hava çok sert” dedi. Güler misin, ağlar mısın? Hemen ardından Sahil Güvenlik merkezden aradılar, dediler “Hava sert, bizim bot gelemiyor. Size Kıyı Emniyeti’nden römorkör yönlendiriyoruz. Harem’den çıkıyor.” Ne yalan söyleyeyim, okkalı bir küfür etmek istedim. Ama artık öyle yorulmuşum ki, “Peki” dedim kapattım. Ne demek lan Harem’den, dalga mı geçiyorsunuz???

5 dakika geçmeden farklı bir numara aradı, açtım, kibar bir ses, Kıyı Emniyeti 5 römorkörünün kaptanı arıyor. “Yoldayız, geliyoruz” dedi. Hatta son derece güven verici, rahatlatıcı bir konuşma yaptık. Teknenin durumu, benim ve Nükhet’in durumu, olası ihtiyaçlarımız vs. Nükhet’e söyledim, haklı olarak “Siktirsinler! Kaç saat oldu, kimsenin geldiği yok” dedi ve tekrar çekti örtüsünü başının üzerine.

03:00 Kaptan aradı, “3 mil mesafedeyiz, sizi görüyoruz” dedi. Kapattık, açtık ışıkları, teyit ettik ve bir kaç dakika sonra yanı başımızda bitti. Telefonla kontağa devam edip “Sizi almamızı ister misiniz?” diye sordu. Nükhet’e sordum, “Hiç bir yere gitmiyorum” dedi. Kibarca teşekkür edip bir sonraki aşamaya geçtik. 38 knot rüzgar, kaba dalga ve 25 tonluk Yengeç…

Halatı aldım. Sancak babalara sağlam bir şekilde bağladım. Neden sancak? Hiç bir fikrim yok. Tekrar havuzluğa döndüm ve farkettim ki yeni başlıyoruz.

Bir kaç dakika sonra römorkörün ardında 7 knot hızla ilerliyoruz. Artık yalpa kelimesi olan biteni anlatmaya yetmiyor. İstikamet WIM, Ambarlı. Yol boyunca üç kez daha sancak camların üzerine devriliyoruz. Artık yalama olmuşum, tepki bile vermiyorum. Sadece havuzluktan doğru izliyor ve sık sık soru işaretleri ormanında kayboluyorum.

Zaman algısı hep ilgimi çekmiştir. Bu gece yine izafiyet teorisi vücut buluyor. Yol bitmek bilmiyor. Ne karaya çıkmak umurumda, ne güvenli bir yere bağlamak. Sadece uyumak istiyorum. Günlerin yorgunluğu, uykusuzluğu artık öyle bir noktaya geldi ki dayanmakta zorlanıyorum.

Marina girişine kadar zamanın adeta durduğunu hissediyorum. Ne zaman ki marina girişine geldik kelimenin tam anlamıyla ayıldım. Dalgalar coşmuş, giriş dar ve mendireğe yapışmak son derece kolay. Hatta Yengeç’le gelsem bu havada giremeyebilirdim.

Kaptan yol kesti. Durdu. Halatı kısalttı. Kendini sancağımıza doğru konumlandırdı. Tüm bunlar olup biterken bordadan yediğimiz dalgalarla durumun iyice boku çıktı. Derken kaptan verdi gazı, hatta tabiri caizse kökledi. İki dalga üzerinden uçtuk ve sonunda içerdeyiz! Yaklaşık beşbuçuk saat sonra bitti.

Yakıt iskelesine aborde olduktan sonra Nükhet’de yaşama döndü tekrar. Birer çay, sigara. Römorkörü gönderdik. Bu arada kadim dost Cem ve kardeşi Cenk vardığımızda iskelede bekliyorlardı. Hızlı bir fizibilite ve dağılmaca.

Artık uyumalıyım…

Uyandım ama hala ayılamadım. Bedenim Yengeç’in havuzluğunda ama kafam bambaşka yerlerde. Hala geceyi düşünüyorum. Metin ustaya küfrediyor, bir yandan da en azından iyi bir noktada geldi başımıza diye avunuyorum. Öyle ya, Çanakkale Boğazı başta olmak üzere bir sürü yer geliyor aklıma. Sürekli kareler geliyor gözümün önüne. Ne yapabilirdim? Neyi eksik ya da yanlış yaptım?

İlk büyük yanlış yaptığı iş kafama yatmadığı halde ustaya güvenmek. İlk bakışta halt etmişim. Ama aylarca didiştim, parasını fazla fazla ödedim ve adam –en azından rivayete göre- yılların ustası. Aksi durumda tekrar yaptıracak ne zaman var, ne para. Bir de dediğim gibi elli yıllık usta…

Öğleye doğru sakinleşmek şöyle dursun, gittikçe artıyor can sıkıntım. Altıyüz millik yola çıkıyorum ve daha yirmi mil gitmişken başladığım yere dönmek zorunda kalıyorum. Ne kadar sürecek? Ne kadar tutacak? Altından kalkabilecek miyim? Hepsi kocaman bir soru işareti. Tek bildiğim Ambarlı’da mahsur kaldığım. Yani marina parasından kaçarken kendimi yine bir marinada bulduğum. Hatta ironik bir şekilde yine “J” pontonunda.

Birkaç gün böyle karamsarlık içinde geçti gitti. Derken yavaş yavaş işler yoluna girmeye başladı. Mali kısmı sigortayla çözdük. Marina yönetimi imkanları dahilinde sonuna kadar destek oldu. Daha da önemlisi Rıza İli Yengeç’e girdi en sonunda. Haziran Ambarlı’da tamiratla geçti. Parça gelmedi, geldi uymadı, uydu ama bilmem ne oldu derken en sonunda bir de Rıza küçük bir kaza geçirince Temmuz’un ilk günlerini buldu Ambarlı’dan ayrılmamız.

7 Temmuz sabahı ayrıldık Ambarlı’dan. Dost bir rüzgar, sıcak bir sabah. Marinadan çıkar çıkmaz bastım cenoayı. Motor cenoa tatlı tatlı yol almaya başladık. Pruvamız Marmara Ereğlisi üzerinden Tekirdağ ya da Hoşköy. 1000 devirde 6-6,5 knotla seyrediyoruz.

Nükhet hala uyuyorken Celaliye’ye kırdım dümeni. Cenoayı topladım, demiri saldım. Hala nefis bir sabah. Nükhet’i uyandırıp keyifli bir kahvaltı yaptık. Bir saat sonra tekrar seyirdeyiz. 11-12 knot civarı bir poyraz var.

Marmara Ereğlisi’ne yaklaşırken rüzgar kafadan gelmeye başladı. Sultanköy önlerinde cenoayı sarmaya başladım. Fakat bir türlü saramıyorum. Havuzlukta sardığım yerden tam olarak göremiyorum da. Var bir aksilik. Derken adet olduğu üzere hava ufak ufak sağanaklar atmaya başladı. Yavaşça kaçırması için iskotayı Nükhet’e vermiştim ki elinden kaçırmasıyla cenoa yapraklamaya başladı. Aceleyle sarmaya devam ettim. Fakat havuzlukta sardığım yerden cenoayı göremiyorum. Allah ne verdiyse asılıp sonuna kadar sardığımı düşünüyordum ki halt etmişim. Cenoayı tabiri caizse orospu bohçası gibi sarmışım. Yelken bir yerlerde sarılmamış ama üzerine iskota dolanmış. Ne halt edeceğimi düşünürken yolculuğun gerisinde de sık sık olacak olan şey oldu. O sakin, sevimli poyraz 25-28 knot esmeye başladı. Kafayı rüzgara çevirdim. Nasıl olduysa iskotanın arasından yelkenin bir kısmı rüzgarla dolarak bir balon oluşturdu. Ve eğlence başladı.

Ereğli burnunu dönünce Yeniçiftlik. Ailemin yazlığı hemen orada. Artık tek derdim sitenin önüne kapağı atıp orada demirde halledebilmek. Tabi o kadar kolay olmayacak. Birkaç dakika içinde o balon 30 knot’a ulaşan poyrazla neredeyse bastonu kıracak hale geldi. Direk, tüm arma, baston… Yengeç’in her yeri ayrı oynuyor, her yerinden ayrı iniltiler geliyor. Kafadan alacağız diye kasa kasa sitenin önünce kadar geldik. Geldik ama hava felaket. Sitenin hemen açığına 60-70 metre zincir döşeyerek önce kıçımızı sağlama aldık. Sonra cenoanın çevresine doladığım halatlarla boğarak balonu yokettim. Tabi tüm bu süreç başlıbaşına izlenmeye değerdi.

Yeniçiftlik Sahili

Hava sakinlediğinde çoktan gece çökmüştü. Karaya çıkıp anamın yemekleriyle biraz olsun kafayı dağattık. Gece tekrar Yengeç’e dönüp sabahı beklemeye başladık. Sabahın ilk ışıklarıyla cenoayı söktüm. Sonra Nükhet’i uyandırdım ve birlikte asıl cenoamızı bastık. Gel gör yine saramadık. Birazdan anam, babam ve kadim dost Şefik abi sandalla yardıma geldiler. Ki bundan sonraki kısmını da sanırım ömür boyu unutamam.

Annemle babam yıllar önce, 82’de tatsız bir kaza geçirdiler. Küçük bir sandalla balığa çıkmışlardı ve sandal battı. Annem 3,5 saat yüzerek babamı ve Alman bir dostu kurtarmayı başardı ama sandaldaki diğer çift ne yazık ki boğularak öldüler. O olaydan sonra annem yine neyse ama babamı teknede görmek gerçekten şaşırttı beni.

Günün en neşeli karesi tam cenoayı indirmiş, yeniden basarken çıkan rüzgardaki halimizdi sanırım. Cenoanın bir ucunda anam, bir ucunda babam, Nükhet iskotada, Şefik abi furlingin başında… Annem ve babamın cenoayla deniz uçmalarına ramak kaldı.

7 Temmuz günü Hoşköy planıyla başlayan seyir bu kez da Yeniçiftlik önlerinde takıldı kaldı. Sonraki günlerim düzenli olarak günde birkaç kez direğe tırmanarak geçti. Babam ve Şefik abi vincin başında, annem havuzlukta söylenerek bizi izliyor. Kıyıda da çekirdek çıtlayarak izleyen bir kitle oluşmuştur eminim.

12 Temmuz’da pes ettik. Istralya burulmuş, furling kırılmış bir halde tekrar yola koyulmaya karar verdik. Aksi takdirde sitede anamın yemekleriyle bütün yazı rehavet içinde geçirme ihtimali endişe vericiydi.

Sabah gün doğmadan demiri topladım. Tabi o kadar kolay olmadı. Bu sefer de ırgat kendi adına biraz gürültü patırtı yaptı ama gözüm artık ırgat falan görmüyordu.

Yeniçiftlik’e kıçımı verip Şarköy’ü pruvama aldım. Nükhet klasik olarak uyuyor daha. Deniz mermer gibi pürüzsüz. Yengeç’in dümen suyu belki bir mil kadar yayılmaya devam ediyor gerimizde. Minik bulutlar tam da güneşin birazdan doğacağı yerde sahne almayı bekliyorlar. Ereğli’den doğru başlayacak güneş mesaisine. Tıpkı Agani’yle balığa çıktığımız eski yaz günlerindeki gibi, biliyorum, yarım saat sonra önce pembeleşecek sonra alev alev yanmaya başlayacak o minik bulutlar. Fotoğraf makinem hazır…

Bugün İstanbul’dan çıkalı 45 gün oldu. Daha doğrusu Pendik’ten yola çıkalı. Bir yandan kahvaltı hazırlarken bir yandan da bunu düşünüyorum. 45 gün. Ven Dee Globe geliyor aklıma; adamlar seksen günde dünyayı dolaşıyor. Alain Bombard bir minik şişme botla 65 günde Akdeniz’i geçiyor. Ortalama bir yelkenli 25-30 günde Atlantik’i aşıyor. 45 günün sonunda ben hala götüm kadar Marmara’dan çıkmaya çalışıyorum. Ardımda kalan 70 mile karşılık önümde hala 530 mil yol var.

Nükhet uyanıp kahvaltı işini devralıyor. Haydar the Otopilot görev başında. Keyifle kahvaltımızı ediyoruz. Rüzgar hala neredeyse yok. Tam kahvaltının ortasında Yengeç ani bir manevrayla gerisin geri dönmeye başlıyor. Bizim Haydar yine su koyvermiş. Otopilotu devreden çıkarıp manuele alıyorum. Fakat bir tuhaflık var. Dümen neredeyse tepkisiz. Okkalı bir küfür daha sallıyorum. Yağ eksiltmiş olmalı. Tekrar otopilotu devreye aldığımda sorun görünmüyor ama manuel kullanımda dümen yalan.

Hoşköy’e yaklaşırken İsmail abimi (Oruç) arıyorum. Dümen için yağ almam lazım. Tabi hayal. Buralarda bulamazsın diyor. Basıyorum hidroliğe normal yağı, devam ediyorum yola.

Öğle saatleri Şarköy bordamızda. 10-12 knot esiyor, lodostan. İskelemizden iri iri gemiler geçiyor; konteyner gemileri, tankerler, şilepler… el sallıyorum keyifle. Unuttum bile dümeni. Ne de olsa Boğaz’a yaklaşıyorum artık. Şarköy’de sonra bir Doğanaslan Bankı var önümde, o da bu kadarcık havada ne yapar ki…

İşte ne zaman böyle iyimser düşünsem Poseidon denen puşt salıyor piçlerini üzerime! Gelibolu’ya 10-12 mil kala bir anda geldi lodos. Ne bir uyarmak, ne bir ön sevişmek; direk mevzuya girdi. 28 kont’la başladı ve sadece birkaç dakika içinde 36-38 knot esmeye başladı. Tabi yarım günlük keyif yerini sallan yuvarlan moduna bıraktı.

Nükhet küfrederek havuzluktaki yerini aldı. Başladık kafadan kafadan dalgalara batıp çıkmaya. Büyüdükçe büyüdü şerefsizler. Bir saat kadar boğuştuktan sonra karşı kıyıya geçmeye karar verdim. Şevketiye’ye kadar Boğaz’ı geçip, sonra kıyı kıyı Lapseki’ye girmeyi planlıyorum.

Küfür bizde aile geleneğidir. Sürmeneli babaannemin babama ve bana bıraktığı genetik miras. Her şeyle didişebilir, her şeye küfredebiliriz. Dahası bunu yaparken standart bir repertuvar kullanmaz, her seferinde yaratıcılığın sınırlarını zorlarız.

Şevketiye rotasında bata çıka ilerlemeye çalışırken ne yine su koyveren dümen, ne ıslanan yataklar; tamamen Marmara’ya odaklanmıştım. Vücut bulsa kafa göz gireceğim. Ulan her denize çıkışta olmaz ki! Yediğim her dalga da daha da artıyordu öfkem. Tabi Marmara’nın öfkesi de…

“Ulan yelloz! İki depremle iki boğazın olmuş, adına deniz demişler, götüm kadar bir şeysin. Deniz dedik de deniz oldun. Gidecem ulan! Nerede görülmüş bir denizin bir adamı hapsettiği! Es esebildiğin kadar, kükre kükreyebildiğin kadar, gideceğim! Daha ne kadar dalga kaldırabilir, daha ne kadar bezdirebilirsin ki beni! Puşt Notos’unla, kaypak Poseidon’unla, alayınız gelin! Nihayetinde götüm kadar denizsin be! Bir haddini bil ulan! Bu ne lan böyle, her halatı çözdüğümde biniyorsun tepeme! Çıkacağım ulan Ege’ye, ineceğin ta Kaş’a kadar.”

Buna benzer monologlarla ilerlemeye çalışıyoruz. Bu arada bir arkadaşım arıyor, “Marmara seni bırakmak istemiyor” diyor. Onu da cilalıyorum.
45 gün. Durup durup buna takılıyorum. 45. günümde hala Çanakkale Boğazı’na varmaya çalışıyorum. Şevketiye de neresi lan! Ne işim var benim burada. Keyifli bir şey olması gerekiyordu bu yolculuğun. Daha ilk dakikasında golü de yemiştik. Artık en azından bir süre sorunsuz, keyifli bir yolculuk beklemeye hakkım olmalı diye düşünüyordum.

Haksızlık etmeyeyim, Şevketiye’ye yaklaştıkça rüzgar 24-25 knot’a düştü ve dalgalar biraz olsun küçüldü. Nükhet tekrar hayata döndü. Hani belki durmaksızın Çanakkale ya da Bozcaada yaparız gibi masum hayallerimiz yine yalan oldu ve öğleden sonra hasbel kader çalışmayan bir dümen ve serdikten sonra zinciri toplayıp toplamayacağı belirsiz bir ırgatla Lapseki barınağının sığ sularına saldık demiri. Neyse ki dümen otopilotu diniyordu. Onun butonlarıyla manevra yapacak alan da bulabildik.

11 saat sonra tekrar demirdeyiz. Marmaram’dan kurtulmak için artık önümüzde sadece 30-40 mil yolumuz var.

Neden bilmiyorum, Lapseki barınağını çok sevdim. Nesini sevdim, hiçbir fikrim yok. Çoğunlukla sığ, hiçbir tesis ya da altyapı yok, bir halat alacak adam yok… ama yine de tuhaf bir huzur verdi bana. Birkaç saat barınağın ortasında demirde bekledikten sonra Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nü arayıp istasyonda bağlı römorkörün telefonunu aldım. Kıyı Emniyeti artık yeni gözdemdi ne de olsa. Kaptana ulaştım, bize yer ayarladı ve aborde olduk. Böylelikle kıyıya çıkabilecektik. Aksi durumda botun iskarmozu kopuk ve motor da kaput olduğundan karaya çıkmak pek olası görünmüyordu.

Çay bahçelerine doğru yaptığımız yürüyüş iyiden iyiye keyfimi yerine getirmeye başladı. Çay 50 kuruş! İstanbul’dan uzaklaştığımı hissettim sonunda. Bir iki saat gezindikten sonra döndük barınağa. Kıyı Emniyeti istasyonuna konuk oldum. Keyifli bir sohbetten sonra da Yengeç’e geçip ertesi günü planlamaya başladım. Ne işe yarayacaksa…

Sabah güne planladığımdan geç başladım. Çünkü sabah mazot seviyesini gözüm tutmadı. Ne olur, ne olmaz diye biraz takviye yapmak istedim. Ama gel gör telefonla gelen tanker bulamadım. Sekize doğru yanda bir teknede çalışan iki kişi takıldı gözüme. Bir de onlara sorayım dedim. Birisi sağolsun, “Kap bidonunu gel” dedi. Yarım saat sonra Fatih kaptan, ekibi ve My Baby teknesinin sahibi Murat’la vedalaşıp çözdük palamarı.

Önceki günün aksine hava nefis. Yengeç kendi çapında uçuyor! Nara Burnu’nu 8 knot gibi anormal bir hızla geçiyoruz. Önceki günlerin öfkesi Lapseki Barınağı’ndan öte geçememiş, keyfim inanılmaz yerinde. Çocuk gibi ilgiyle izliyorum bilmem kaçıncı kez geçtiğim Boğaz’ı. Trafik de nispeten sakin. Kimselerle çatışmadan 10:15 gibi pruvamıza alıyoruz Çanakkale Yat Limanını.

Yat limanına girerken Haydar’ı azat ediyorum ve tabi yine aynı tatsız sürpriz. Gerçi artık buna pek sürpriz de denmez ama dümen iptal. Kendince dönüyor ama palayla ilişkileri sıfır. Yine otopilotla ağır ağır bağlanıyoruz. Artık Çanakkale’deyiz. Ya da başka bir deyişle Marmara’nın sonundayız. İlerden sola dönünce ver elini Ege…

Oldum olası severim Çanakkale’yi. Doğası, tarihi ve insanıyla hep cezbetmiştir beni. Yat limanının günlük 95 TL’lik tarifesi bile canımı sıkamıyor. Elektrik ve su bedava; bir de çamaşır makinesi var bayanlar tuvaletinde.

Önce karaya çıkıp yedik, içtik. Sonra dönüp beleş bulduğumuz çamaşır makinesinde teknede ne varsa yıkadık. Günün sonuna doğru Yengeç çamaşırlardan görünmüyordu. Çingene çadırı gibi rengarenk…

Aslında amacım Çanakkale’de iki gün kalıp furling ve istralyayı halletmekti. Fakat boş hayallermiş. Ne malzeme var, ne de usta. Yelken hayalimiz yine suya düştü. Daha da beteri mazot hesabı da meme yaptı iyiden iyiye. Gel gör yine keyfim kaçmadı. Hatta öyle ki yayıldık kaldık Çanakkale’de.

Üçüncü gün niyeti bozup yıllık bağlama fiyatı almaya gittim yat limanı ofisine. Neden olmasın ki dedik; bir sürü denizi var, insanı keyifli, doğası nefis, yemekleri güzel… Tabi rakamları duyunca tekrar Kaş rotasına döndük.

Artık ufaktan yola çıkmak gerekiyordu. Dört gündür ağır rehavet altında Çanakkale’de yayılıyorduk. Sonunda tekrar plan program yaptık. 15 Temmuz akşamı Nükhet Göcek’te tekrar katılmak üzere İstanbul’a dönerken onun yerini liseden arkadaşım Cem, kardeşi Cenk ve onların iki bıçkın oğlu aldı. Artık ekip 5 kişi oldu. Saatler ilerledikçe cayıp kalma ihtimalimin arttığını farkettim. Sonunda yat limanının hesabını kapattım. Akşam yemeğini yedikten sonra Nükhet’i otobüse bindirdim ve dönüp son hazırlıklara başladım.

Uzunca bir tekne brifinginin ardından 16 Temmuz, 02:00’de Çanakkale’den Marmara sularına bir daha uzunca bir süre dönmemek üzere ayrıldık…
Kilitbahir’e doğru ağır ağır Boğazı geçiyoruz. Saat 02:00’de çözdük sonunda palamarı. Şimdi doğduğum, doyduğum, görmediğim zaman özlediğim… 45 yıllık yaşamımın neredeyse her gününe bir ucundan dahil ettiğim Marmara’ya veda vakti. Karşı kıyıya yaklaşınca dümeni Cem’e bırakıp çayımı aldım, sigaramı yaktım. Nefis bir Temmuz gecesi; hafif bir rüzgar, geceyi aydınlatmaya yetecek kadar irice bir ay. 8-9 knot’la akıyoruz Ege’ye doğru. Ne zaman döndük Kepez Burnu’nu anlamadım bile. Arada bir ekibe bakıyorum, herkesin keyfi yerinde. Kadim dost Cem öyle çok kafamı ütüledi ki yolculuğun buraya kadar olan kısmı için, sonunda “Kaldır kıçını gel o zaman!” dedim. Her fırsatta “Sen cenabetsin”, “Poseidon bizi sever” gibi cümlelerinden sıkılmamın ötesinde, abi kardeş ikisinin de elinden her işin geliyor olması ciddi anlamda rahatlamıştı beni.

Kepez Burnu’nu geçtikten sonra dalgalar irileşmeye başladı. Bu arada kadim akıntıyla coşan Yengeç bir daha kolay kolay göremeyeceğimiz bir hıza ulaştı: 10,5 knot. Hem de sadece 1350 devirde. Artık yabancı sulara doğru hızla yaklaşıyoruz. Daha önceki sene masalsı bir Nisan sabahı yunuslarla oynaşarak geçtiğim Boğaz’ı bu kez gecenin karanlığında geçiyorum. Her hali beni büyülüyor. Geride kalan 45 günü neredeyse silmişim zihnimden. Çanakkale’de geçen günlerle dinlendim, kendime geldim.

Rotamız mümkün olan en kısa sürede Göcek. 22 Temmuz’da sessiz GEKO Erhan, eşi, kardeşi, onun eşi ve Nükhet’ten oluşan mürettebat Cem ve avanesiyle yer değiştirecek. Aylar önceden planlarken zaman boldu. Ama şimdi yaşanan aksaklıklarla zaman iyice daraldı. Gelişi de böyle olmuştu zaten Yengeç’in; yardıra yardıra 3 günde gelmiştik Bodrum’dan İstanbul’a. Önümüzde 6 günümüz var. Her şey yolunda giderse rahat rahat varırız. Tabi her şey yolunda giderse…

Ege

Dalgalar iri, rüzgar makul, stabil. Bozcaada’yı bordalayana kadar bayağı sallandık. Kıç bodoslamadan gelen dalgalarla bata çıka ama keyifli ilerliyoruz. Ne de olsa Ege’deyiz artık. Hiddeti kendinden büyük Marmara gerilerde kaldı. Dalgalar daha iri ama daha bir mesafeli geliyor. Biraz daha insaflılar. Bozcaada’nın duldasında hepten rahatladık. Cem havuzlukta, gerisi yataklarında; herkes derin uykuda. Birazdan alışık olmadığım denizde güneş ilk ışıklarını alışık olmadığım bir yerlerden gönderecek üzerimize. Haydar the Otopilot işini iyi yapıyor yine; çayımı sallıyor, Eti Burçak’ımı daldırıp içine… ohhh! Bir de sigara üzerine. Ne zaman keyfim yerimde olsa hep aynı iki kelime dökülür dudaklarımdan: “La Chaim!”.

Bozcaada ardımızda kaybolurken dalgalar tekrar irileşti. Başladık yine bata çıka ilerlemeye. Büyükçekmece önlerinde yaşadığımız olaya kadar severdim dalgalı denizi. Hatta deniz dediğin dalgalı olur derdim. Ama o günden beri tadım kaçtı, huzursuzum. Hala güvenemiyorum Yengeç’e; daha doğrusu Yengeç’in mekaniğine. Sık sık kendimi motorun sesini dinlerken buluyorum. Eminim geçecek eninde sonunda.

Günün ilk ışıklarıyla Fikret Kızılok…
“Gidiyordum yelkenimin rüzgarında
Mavi bir gök pamuk gibi bulutlarda
Dudaklarım dalgaların tuzunu tadıyordu
Ve güneş tatlı tatlı tenimi yakıyordu.”

Cem uyandı. Babakale’ye geldik bile neredeyse. Aşağıdakileri uyandırdık. “Herkes yerlerine!” Bu kadar adam olunca keyifli oluyor manevralar. Geç dümene ve komutlar yağdır. Neredeyse önemli hissedeceğim kendimi.
Sabah 07:00. Bulutlu bir sabah, sessiz bir liman. Bizden başka yaşam belirtisi yok. Ağır ağır aborde olduk. Biraz dinlenip, mazot ikmali yapıp devam edeceğiz. Ama gel gör, ortada ne mazot alacak adam var, ne de soracak birileri.

Kahvaltıyı edip topladık halatlarımızı, ver elini Müsellim. Güzel bir hava, sorunsuz bir seyir ile başladık bitmek bilmeyen Midilli’yi geçmeye. Çektik Yunan bayrağını, girdik iyice adanın dibine. Pasaport yok, bir şey yok, uğrayamıyoruz, bari seyredelim dedik.

Akşamüzeri pruvamızı Dikili’ye çevirdik. Yakıt ikmali ve eski dost Tayfun hocayı ziyaret hatta belki de gece Bademli’de alarga. 18:00’de bize gösterilen yere, liman girişindeki bir gırgır teknesine aborde olduk.

Yıllardır Dikili’ye karadan gelir, sahilinde yer, içer, gezerim. Hiç dikkat etmemişim, bildiğin göt kadar bir yer liman dedikleri. Tankerin hortumu yetmeyince içerde bir yere girmemi istediler. Şöyle bir baktım, ı ıhh, olmaz. Direttiler, peki dedim, siz bilirsiniz. Gösterdikleri yere ancak benim şişme botla girerim ama Yengeçle bildiğin fanztazi. Tonozlara takılmadan, kafayı da kaçırmadan bir iki denedim ama nafile. Zaten ikinci ya da üçüncü seferde direten denyolar da ikna oldular benim koca götlü hatunun oraya sığmayacağına. Fakat asıl mesele şimdi manevra yapıp tekrar gırgır teknesine aborde olmak.

Liman dedikleri yerin genişliği neredeyse bizim boyumuz kadar. İleri, geri, ileri, geri… derken kafa kaçtı, tonoz halatlarından kaçalım derken diğer tarafta bağlı 7-8 küçük teknenin üzerine biniverdik! Neyse ki benden başka 4 kişi daha var, ittiler, kaktılar ve kimseye zarar vermemeyi başardık. Ama öyle de bir pozisyonda kaldık ki, her yer halat. İlerden izleyen bir balıkçı teknesi vardı. En sonunda onlara çemkirdim “Bön bön bakacağınıza bir el atsanıza!” diye. Geldiler, kafadan bir halat verdik, ağır ağır açtık sonra tekrar gidip gırgır teknesine aborde olduk. Her adrenalinli aktivitenin ardından olduğu gibi çayımı salladım, sigaramı yaktım ve devrildim havuzluğa.

Tayfun hoca kendi teknesini çıkarttı, onun yerine geçip mazotumuzu aldık. Dışarıda hızlıca bir şeyler atıştırdık ve ani bir kararla yola çıktık. Gece boyunca Karaburun son derece sakin görünüyordu, kaçırmak istemedim. Geceyarısına doğru pruvamızda Karaburun başladık ağır ağır yol almaya.
Sabaha doğru Çanakkale’den beri hala uyumamış olduğumu farkettim. Vardiyayı Cem’e bırakıp havuzlukta kestirmeye başladım. Uyandığımda Karaburnu dönmüş, bordadan gelen dalgalarla tatlı tatlı sallanarak yol alıyorduk. Her zamanki yerimden denize işedikten sonra çayımı salladım, sigaramı yaktım, derin bir nefes alıp bir keyifle çevremi izlemeye koyuldum.

Eğriliman’nın girişine kadar Cem devam etti seyre, ben keyif yaptım. Eğriliman’da hızlı bir kahvaltının ardından bu kez Doğanbey Adası, Sıcak Su Koyu rotasına girdik. Çeşme Boğazı’nı bu kadar keyifli geçeceğim gelmezdi aklıma. Gün ilerledikçe keyfim de artıyor; limanlar, koylar, boğazlar tek tek geride kalıyordu.

Marmara’da geçen 45 günden sonra sevmem pek zor olmayacak gibiydi Ege’yi…

Çeşme, Alaçatı, -orijinal seyir planımda gecelemeyi planladığım- Nergis Koyu derken Sığacık Körfezi’ni bordaladık. Dost bir denizde 13-14 mil daha yol almamız gerek Sıcak Su Koyu’na varmak için. Niyetim biraz soluklanıp sonra yola devam etmek. Keyfim yerimde, deniz makul, mazot yeterli, Yalıkavak’a kadar devam.

Saat 16:00 gibi Sıcak Su Koyu’ndayız. Batıdan sert esmeye başladı. Koyun içinde üç yelkenli daha var demirde. Ağır ağır ilerliyoruz. Dümen yine su koyveriyor. Otopilot devreden çıktığı gibi boşa dönmeye başlıyor yine. Zorlu bir manevrayla demir atıyoruz. Fakat kafam rahat değil. Diğerlerini botla gönderiyorum sıcak su kaynağına, teknede kalıyorum. Demir güven vermedi bu kez. Nitekim sadece birkaç dakika sonra başlıyor taramaya. Kıçım sığlığa vurdu vuracak, boş alıyorum demirden. Biraz toparlıyorum ama çözüm değil. Alan dar, dümen yalan. Manevra yapmadan güvenli bir şekilde demir atmak mümkün değil. Ekibin keyfini bozmamak için bir süre idare ediyorum motorla. Geri döndükleri gibi demiri toplayıp zorlu ve stresli bir manevrayla çıkıyoruz koydan.

Hava şişmiş, deniz büyümüş. Bir an evvel Dilek Geçiti’ne varmak isterken birazdan bir barınak aramaya başlıyoruz. Fazlaca hırpalanmaya başladık ve dümen arızası can sıkmaya devam ediyor. Kuşadası’na kadar harita pek umut verici değil. Çukuraltı limanı diye bir yer görünüyor haritada ama ortada ne liman var, ne barınak. Kıyıya paralel bata çıka ilerliyoruz. Bir küçük ada var, duldasında demir şansını yokluyoruz ama nafile. Hava kararırken deniz iyice büyüyor. Pruvayı Kuşadası SETUR Marina’ya çeviriyoruz istemeye, istemeye.

Stresli bir seyir, karanlığın içinde sayısız parlak ışık ve ilk kez gece geldiğim Kuşadası. Marinayı bulup telsiz kontağı kuruyor, dümen arızasından dolayı manevra kabiliyetimiz olmadığını söylüyor palamar desteği ve aborde olacak bir yer istiyorum. Çanakkale’de başlayan seyir kırk küsur saat sonra,

22:00 civarı yakıt iskelesine aborde olmamızla sona eriyor. Yolculuğun son kısmının pompaladığı adrenalinden olsa gerek, zerre yorgunluk hissetmiyorum.

Kısıtlı bütçemizle ucuz yollu bir şeyler atıştırdıktan sonra dümen için 30 numara yağ bulabilmek için 3-4 kilometre daha yürüyünce artık son iki günün yorgunluğu çökmeye başlıyor. Sabah erkenden kalkıp dümen arızasını giderip 08:30 gibi yola çıkmak üzere yatıyoruz.

Kalktığımda saat çoktan 09:30 olmuş. Havuzluğa geldiğimde ise sabahın sürprizi, Cem ve Cenk çoktan dümene girişmişler. Sistemdeki karmakarışık ve pis yağı boşaltıp, değiştirmişler. Dümen tıkırında ama kaçak nerede, henüz yanıt yok. Ayrılmadan pis su tankını boşaltmak istiyorum, beni ofise yönlendiriyorlar. 50 TL ödeme yapıp döndüğümde işlem çoktan tamamlanmış.

Sonunda pılı pırtı toplayıp tekrar yola revan olduk. Ortalığı toplarken gözüme Atık Transfer Formu takıldı. 180 lt atık verdiğimiz yazıyor. Neden tamamını vermediklerini sordum, Cem “Sittiret” dedi. Üsteleyince de “Flanş uymadı, çekemediler, form doldurdular.” dedi. Gel de deli olma! 50 TL verip çakma bir belge almış oldum.

Dilek Geçidi keyifle geride kaldı. Didim’e kadar balık çiftlikleri dışında pek sövecek bir şey bulamadan geliverdik. Çukurcuk Limanı’nda bir kısa yüzme molası verdik. Son derece keyifli bir yapısı var. Su nefis, pırıl pırıl. Gayet korunaklı, ne rüzgar, ne soluğan. Keyifler yerinde. Artık buradan sonra 20 milden az yolumuz var Yalıkavak’a. Orijinal seyir planımızda ilk durağımız Yalıkavak olacaktı. Burada bir gece kalıp ertesi gün devam edecektik.
Yarım saatlik kısa molanın ardından topladık demiri, aldık Yalıkavak’ı pruvamıza.

Her dakika seyir tatsızlaşmaya başladı. Bordadan gelen deniz Tekağaç Burnu’ndan itibaren gittikçe daha çok hırpalamaya başladı. Geçmiş seyirlerimde hoşuma giderdi aslında ama daha İstanbul’dan itibaren sürekli dayak yiyerek geçen günler ayarlarımı ciddi anlamda bozmuş olmalı ki bir süre sonra Cem’e çevir kafayı dedim, al kıçına, nereye gidiyorsak oraya.

Çevreyi çok iyi bilmediğimiz gibi balık çiftliklerini de düşününce direkt Torba’ya attık kapağı. Hatta İkiz Adaları geçerken yine çiftlikler yüzünden bolca sövdük. Torba koyuna girdiğimizde sıradaki sorun nereye bağlanacağımızdı. Barınak tam anlamıyla göt kadar ve tıka basa dolu. Birkaç arkadaş arandı ve sonunda mendireğin dışında kıçtan kara bir yer ayarlandı.

Cem’in kazmalığı sayesinde iki kez tekrarlanan zorlu bir manevradan sonra bağlanabildik. Zorlu oldu çünkü Batı-Güney Batıdan 25 knot hatta sağanaklarda 30-32 knot esen rüzgarda Yengeç’in kafasını kaçırmadan manevra yapmak beceri değilse de tecrübe istiyor. Cem ilk başta niyetlendiyse de sonra pes edip demire geçti. Rüzgar, karanlık ve tonozlardan oluşan karmaşanın arasında bağlandık.

Torba’yı hiç birimiz sevmedik. Çay içecek yer bile bulamadık. Zaten ertesi sabah da şutlandık. Tonozun sahibi varmış. Başladık yer aramaya.
Sıkı hava geldiğini duyunca hafiften tutuştuk. Tavsiye üzerine önce Ada Boğazı’na girdik. Bu nasıl bir şerefsizliktir! Nasıl bir memlekettir burası! Her tekne arasında en az bir hatta iki teknelik yer var ama aralara halatlar gerilmiş, sabit tonozlarıyla arkadaşlar bütün koya ve boğaza tamamen çökmüşler.

Bir götlük yer bulup saldık demiri. Alıp halatı atladım kıçtan kara için suya. Bağladım kıyıya, döndüm. İki adanın tam arasında yer bulabildim ancak, kanalda. Yan teknedeki denyolar inatla orada tutunamazsınız dediler. Zaten birazdan da taradığımızı farkettik. Alalım demiri, sittir olup gidelim dedik bu sefer de demir dolanabileceği her yere dolanarak, bir de üzerine fırdöndü üzerinde dönerek geldi mi… Koltuğu attık suya, başladık demirle cebelleşmeye. Bu arada hava bindirmeye başladı tabi. Son planda manzaramız şöyle: Kanaldan ağır ağır ilerliyoruz, Cem dümende, Cenk ırgatın başında, ben ayaklarımı doladığım vardaveladan başaşağı sallanmış demiri takıldığı yerden kurtarmaya çalışıyorum. Yirmi dakika kadar bu şekilde yol aldık. Sonunda demiri kurtarıp tekrar yukarı çıktım. Okkalı küfürlerle bir daha dönmemek üzere Türkbükü’nden çıktık.

Ilıca Bük ya da Cennet koyu… adı her neyse, yeni plan orada kıçı sağlama almak. Koya girdiğimizde Batıdan stabil 25 knot esiyor. Demir için bayağı bir uğraşmamız gerekiyor. Ben yine toparlayıp halatı, kıçtan kara için atlıyorum suya. Kıçımızda botla geziyoruz ama nedense yüzmek daha pratik geliyor bana…

Sabah 11:00 gibi başlayan götü sağlama alma arayışı 15:45’te Cennet Koyu’nda sona erdi. 22’lik cillop gibi halatla koltuğu aldık. Dalıp demiri de kontrol ettip; gömmüş kafayı, kuzu gibi yatıyor. Sonunda sigara ve çay keyfi yapabildim.

Bu arada koyun içi Harem otogarı gibi Maşallah; her yer tekne. Bizden sonra da havadan kaçan geliyor, günübirlikçiler geliyor. Lan bu nasıl cennet! İlk gün böyle geçti. İkinci gün hava hala bombok. Önümüzde Gemi Taşı var ki bu havada geçmek pek mantıklı değil. Hava makul bir seviyeye inene kadar beklemeye devam etmek durumundayız. Fakat bir diğer önemli sorun baş gösterdi. Teknede erzak bitti. Su, ekmek, makarna, sigara… ne varsa tükendi. Haritaya bakıyoruz, yakın mesafede hiçbir yer yok ki gidip su ve ekmek alalım. Öğleden sonra seyrin başından beri ilk kez ekiple kapıştık. Sorun basit; Cem ve ekibin kalanı balık tutmak istiyor. Fakat teknede galiba tek yasak bu. Açız diyorlar, kıyıdan ya da botla tutun, kıyıda yiyin diyorum ve geriliyoruz iyice. Bir ara Cem oltayı hazırlıyor bu kez daha sert çıkıyorum. Bozuluyor.

Herkes bir köşede uyumaya çalışıyor. Akşama doğru Yalıkavak’taki dostumu arıyorum. “Onur, bize su ve ekmek lazım. Bu gece getirdin, getirdin. Aksi durumda yarına çıkmayız. Ekibin %80’ini zor tutuyorum teknede, millete sarktılar, sarkacaklar.” Saat 23:50 gibi bir küçük “hayata dönüş” operasyonu yaşandı. Onur arabayla koyun üst tarafında kadar gelip su, ekmek, sigara ve Eti Burçak getirdi. Kurtulduk. Cidden açlıktan zırvalamaya başlamıştık.

Ertesi gün bir önceki günden daha sert rüzgar altında ve daha çok sıkılarak geçti. Hava durumuna bakıyoruz, ı ıhh, daha var. Cennet Koyu’nda zorunlu ikamete devam…

Üç gün! Dile kolay. 22 Temmuz’da Göcek’te olmamız lazım ve biz üç gündür Cennet Koyu’ndayız. Bir an evvel yola çıkmamız gerek ama önümüzde Gemi Kayası, Hüseyin Burnu, Datça, Rodos Kanalı… Finaline yaklaştığım bir oyunda sadece “tek canım” kalmış gibi; önümde uzun bir rota ve kısa bir zaman var. Hataya yer yok. Hata demek sorun demek. Sorun demek en azından para demek.

Gün düşünerek, yüzerek ya da Yengeç’in orasını burasını kurcalayarak geçiyor. Sonunda hava göz kırpıyor ve 21 Temmuz sabahı kaldırıyoruz emektar demiri. İstikamet önce Yalıkavak, yakıt ikmali yapmamız gerek. Hava uygun olursa yola devam edeceğiz ama öğleden sonra 6-8 diyor tahminler.

Dostlar Gemi Taşı’na dikkat dediler ya, daha yaklaşmadan germeye başladı beni. Yola çıktığımdan beri sıkıldım artık, ona dikkat, buna dikkat! Bu ne yahu! Len saldım çayıra modeli yol yapalım demiyorum ama her köşe başında bir puştluğu mu var bu Poseidon’un. Ya da başka derdi mi yok bu hasta ruhlu deniz ilahının. Ufaktan kıl kapmaya başladığımı farkediyorum Posiedon’a. Ona ve özellikle haylaz piçleri Notos ve Boreas’a.

Karma karışık bir denizle bir bordadan, bir sancak kıç bodoslamadan yediğimiz dalgalarla bata çıka dönüyoruz Gemi Taşı’nı. At bir çizik daha! Sonunda Yalıkavak’tayız. Hızlı ve ucuz bir kahvaltı ediyor ve kalan son paralarla küçük çaplı bir alışveriş yapıyoruz. Yakıt ikmalini de tamamlayıp tekrar yola koyuluyoruz. İstikamet Gümüşlük.

Öğleden sonra hava şişecek diyerekten dalıyoruz Gümüşlük’e ve hemen koyveriyoruz kendimizi. İnsanı rahatlatan, gevşeten bir havası var buranın. Bota atlayıp kıyıya çıkıyoruz. Su almamız lazım, tank tam takır. Görevliyi buluyoruz, 15 TL bağlama, 5 TL su diyor, kıl kapıyorum. Ulan sadece bir su alacağız. 350 lt tank, 15 dakika sürmez dolması. Sittiri çekip gidiyoruz çay bahçesine fakat paramız kalmadığını farkediyoruz. Şaka değil, beş parasızız.

Sonraki bir saatim banka hesaplarımda kalan bozuklukları tek bir hesapta toplayıp çekilebilir bir miktar haline getirmekle geçiyor. Bir saat sonra sırıtarak dönüyorum masaya: “Artık birer çay söyleyin hele!” O çayın lezzeti bir başka. Öğleden sonra hava sertleşiyor. Demirimiz sağlam, malak gibi yatıyoruz teknede. Bu arada biz dışarıda 8 hava var deyyu tembel tembel yatarken önce bir Yunan bandıralı yelkenli geliyor; içerisinde genç bir çift ve el kadar iki bebe. Ardından bir İngiliz çift yine bebeleriyle geliyorlar. Halimiz içler acısı. 15 metrelik efsane bir teknemiz var ve biz hava kalsın diye beklerken millet çoluk çocuk göt kadar yoğurt kaselerinde yelken basıyor, ortalıkta fink atıyorlar. Var bir yerde bir yanlışlık.

Ege’yi pek sevmediğimi farkediyorum. Konformist miyim, Marmara’yı mı özlüyorum; bilmiyorum ama bir türlü ısınamıyorum. Çıktığımdan beri ona dikkat et, bunu kolla; yahu ben “challenge” aramıyorum ki kendime. Denizde olmak ve keyfine varmak istiyorum. Bu ne böyle; kıyıya yakın gitme çarpılırsın, o taşa dikkat et, deniz kaldırır, bu sığlığa dikkat et oturursun. Yahu zaten zaman kısıtından seyir zehir olmuş; yelken yalan, saatte 6 litre kaçıyor kıçıma. Yemiyor, içmiyor mazot koyuyoruz. Daha bir de mayın tarlasında hissetmek istemiyorum kendimi.

Gün batarken Gümüşlük keyfimi yerine getirdi neyse ki. Ardından hava da düşmeye başlayınca toparlanıp yeniden seyir hazırlıklarına başladık. Hazırlık derken yanlış anlaşılmasın; hareket saati, bir sonraki duraklama noktası vs. Zaten günlerdir hatta haftalardır seyirdeyim. Demir almadan tek yaptığım yağ ve su kontrolü.

Sabaha karşı aldık demiri ve uzun ve iddialı bir etaba gergin bir kanal çıkışı ile başladık. Gümüşlük’e gece ne girmişliğim var ne de çıkmışlığım. Bir de demirdeki tekneleri koyunca o dar boğazı geçmek zor değil ama stresli oldu. Neredeyse iki aydır olduğu gibi yine gün doğarken uyanığım. Hüseyin Burnu ardımızda kalırken günün ilk ışıkları ile dünyamız aydınlanmaya başladı.

Dedim ya, uzun ve iddialı bir etap. Hedefimiz günün sonunda Göcek’e bağlamak. 130 mil civarında bir yolumuz var ve her şey yolunda giderse 23:00-23:30 gibi varmayı umut ediyorum. Artık konaklamak yok. Tek bir mola vereceğiz o da Knidos’ta.

Knidos’a kadar çevreyi izleyerek keyifle yol alıyoruz. 1450 devirde 7 knot hızla ilerliyoruz. Deniz palpa, hava nefis. 09:15’te Knidos’ta tahta iskeleye abordeyiz. Ekmek ve su alıp demire çıkacak, kahvaltının ardından yola devam edeceğiz. Bu arada hep görmek istediğim yerlerden biriydi Knidos.

Öyle keyifle indim ki tekneden…

Şekilsiz bir herif karşıladı. Ne kadar kalacaksınız dedi. Ben de kalmayacağız, su alıp devam edeceğiz dedim ki halt etmişim. Adam gayet yavşak bir tavırla “Su yok, tankerle geliyor, bize ancak yetiyor.” Dedi. “Kardeşim, tankım hepi topu 350 lt ve damla suyum yok. Neyse parası vereceğiz.” Dediysem de işe yaramadı. Döndü götünü, uzaklaştı pezevenk. 45 yaşın verdiği olgunluk mudur, yorgunluk ve bıkkınlık mıdır bilmiyorum, döndüm tekneye, çözüp palamarı çıktık demire.

Demiri attık atmasına da kahvaltı kısmı tam bir trajedi. Az evvel herife neyse parası vereceğim diye afra tafra yaparken cebimde olan para hepi topu 15 TL. Cenk ve Taylan’ı tüm sermayeyi verip ekmek almaya gönderdik. Cem’de sabah kahvaltısını hazırlamaya başladı. Kahvaltı menüsü kilerde tesadüfen bulunmuş iki kutu ton balığı konservesi ile zenginleştirilmiş mütevazı makarna. Tabi bu benim aç kalmam anlamına geliyor. Ton balığını ağzıma sürmem. Bir de kalan makarna stoğumuzla ekip zaten doymayacak. Ekmekle idare ederim dedim. Ulan ne bileyim hayatımda yiyeceğim en pahalı ekmek olacağını! Şerefsizler bildiğin ekmeğin tanesi 3 TL’den itmişler Cenk’e. Cenk “çüşş!” demişse de “işine gelirse” yanıtı altında ezilerek almış gelmiş.

10 dakika sonra boş bir tencere ve kalan ekmek kırıntılarının arasında çayımızı içip demir almak üzere hareketlendik. Tam o sırada Cem okkalı bir küfür salladı ve bota binmek üzere hamle yaptı. Ne oluyor diyorduk ki anladık derdini. Bana su yok diyen pezevenk elinde hortum iskeleyi yıkıyor! Cem’i zorlukla engelledim ama hala emin değilim doğru olanı yaptığımdan. Lise günlerimden tanıdığım Cem o hortumun mümkün olan her bir santimetresini sokardı adama muhtemelen. Ki bence haklıydı da. Bir kez daha efendilik bizde kaldı ve susuz bir şekilde son etaba başladık. Bir daha unutmam mümkün değil Knidos’u…

İnceburun kaybolduğum soru işaretleri ormanından çıkartıyor beni. Nasıl bir oluşumdur bu. Hemen dibi 178 metreymiş. İnanılmaz. Ve hemen arkasında son derece keyifli bir liman. İçim gidiyor. Birbirinden keyifli koylar, yıllardır sularında seyretmek istediğim denizleri tabanı yanmış it gibi koştura koştura geçiyoruz. Oysa Gökova, Selimiye, Bozburun… gezmekle bitmeyecek sayısız seçenek hemen dibimizde. Tek komuta bakıyor; iskele alabanda!

Simi’yi sancağımıza alıp başlıyoruz dolanmaya. Deniz dost, hızımız 7 knot civarında. Hemen ilerisi Bozburun, giremiyorum, zaman yok. Sağ yanım Simi, giremiyorum, pasaportum yok. Sadece gidiyoruz. Çok canımı sıkıyor bu durum. Sonunda havuzlukta kıvrıldığım yerde uyuklamaya başlıyorum.
Uyandığımda iskelemizde Bozukkale, biraz ilerisi Serçe limanı. İçim gidiyor, saate bakıyorum, ı ıhh, mümkün değil. Rodos kanalında dalgalar büyüyor ama kıçımızdan geliyor. Sancak kıç bodoslamadan gelen dalgaların da itmesiyle Yengeç kendini aşıyor. Zaman zaman 9-9,5 knot’a kadar çıkıyor hızımız. Yolun gözümde büyüyen geçişlerinden biri acısız ve 8 knot ortalamayla devam ediyor. Arada sırada ufaklığa bakıyorum, dalgaların üzerinden uçarak yetişmeye çalışıyor bize. Alsam mı, almasam mı derken yine taktık peşimize, sürüklüyoruz minik botu.

Simi kanalını geçer geçmez pruvamıza aldığımız Kurtoğlu Burnu’na vardığımızda saatlerimiz 21:30’u gösteriyor. Artık sadece 11 mil yolumuz var. Yaklaşık iki saat sonra Kaş serüveninde en uzun etap geride kalacak. Bir adım daha yakınım artık menzile. Ekibin bir kısmı uyuyor, Cem ve ben uyanığız. Seyrin tümünde olduğu gibi.

Daha önce Göcek’e hiç girmedim. İlk girişimin de geceyarısı olması tam da bana göre bir hareket olsa gerek. Haritaya bakıp en güvenli yol olarak Göcek Adası’nı iskeleme alıp uzun yoldan girmeye karar veriyorum.

Kanalda ilerlerken Belediye Yat Limanı’nı arayıp tarif istiyorum. Tarif nefis! İleride sağda. Hangi iskele diyorum, yanıt yine nefis: “Tahta iskele”. Ulan geceyarısı olmuş, her yer çakar, her yer fener, demirde tekneler. Pavyon gibi aydınlanmış koca bir koya giriyorum ve aldığım tarif “Sancağınızdaki iki çakarı geçin, sağdaki tahta iskele.”

Gün yüzü görmemiş bolca küfür ve Navionics ile iskeleyi buluyorum ama nasıl, bir ben bilirim… İskeleyi bulduk bulmasına da palamar yok. Nereye bağlayacağımızı bilmeden aval aval bakınıyoruz. Cem’e diyorum “atla bota, bul şu denyoları.” O bota binerken karanlığın içinden bir ses duyuyor, sese doğru ilerlemeye başlıyorum. İşaret ettikleri yere zinciri sererek kıçtan kara yaklaşıyorum. Tam halat atacak mesafeye geldiğimde adam “Burası değil” diye bağırıyor. “Dalga mı geçiyorsun lan!” diye kükrüyorum. Adam oraya tekne geleceğini söylüyor. Sonrası sitkom tadında.

Neresi diye sorduğumda “Yan tarafa, yelkenlinin yanına” diye bağırıyor. Ulan sığır, gösterdiğin yerde sadece yelkenli var zaten, deli olacağım. “Hangi yelkenli” diye böğürüyorum ama yanıt “Yan taraftaki yelkenli”. 19 saat, neredeyse 150 mil yol gelmişim, sinirler yalama; adamı yakalayıp kurcataya çükünden asmak istiyorum. Demiri toplayıp yan taraf dediği yere ilerliyorum. Cem’e de git bak diyorum şu denyoya. İskelenin ortalarına doğru Erhan ve Nükhet’i görüyorum ve rahatlıyorum. Tekrar manevraya başlayıp kıçtan kara giriyorum. O sırada aynı görevli gelmiş koltukları almak için bekliyor. “Abi neden sinirleniyorsun ki” dediği anda bende film kopuyor. Neredeyse dümeni bırakıp atlayacağım adamın üzerine. Erhan adamı gönderiyor. Kıçtan kara bağlanıyoruz. Ama gel gör o hengamede tekrar demir atmamışız. Adama nasıl kurulduysam aklımdan uçup gitmiş demir. Tonoz da yok. Cem’e diyorum bekle… Botla emektar çapayı götürüp atıyor olabildiğince uzağa. Boşunu alıyor ve 19 saatin sonunda emektar Ford’u susturuyoruz.

6 gün önce Çanakkale’deydik, dün Gümüşlük’te ve şimdi aynı gün bitmeden Göcek’teyiz. Sonunda geldik. Artık Akdeniz’le aramda sadece birkaç mil, Kaş’la aramda sadece 50 mil var. Galiba olacak bu iş diye geçiriyorum içimden.

Aylar sonra bir otel odasındayım. Yatağı ciddi yadırgıyorum. Çok uzun zamandır Yengeç’in havuzluğunda yay şeklinde kıvrılarak uyumaya öyle alışmışım ki rahat batıyor. Doğru dürüst uyuyamıyorum. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı edip limana yollanıyoruz. İstanbul’da anlaştığımız üzere mutfağı üstlenen Erhan marketlere doğru yollanırken ben de tekneye gittim. Ekip çoktan kalkmış, kahvaltısını etmiş hatta tamirata başlamıştı bile. Günün programı Yengeç’i akşamüstü çıkmak üzere tekrar seyre hazırlamak. Dümen yine elden geçirilecek. Hidrolik kilidi sökülüp kontrol edilecek. Marintürk çekek alanında atölyesi olan arkadaşım Serhat daha önceden hazırladığı ıstralyayla gelecek ve yelkeni tamir edeceğiz. Bu arada yeni ekip erzak tedarikini halledecek.

Öğle saatlerinin bombası dümen tesisatı ile uğraşırken Yengeç’in kıçına iki market arabasıyla gelen marketin elemanıydı. Karşılıklı bakıştıktan sonra “abicim yanlış geldin.” Dedim. Çocuklardan biri “Yengeç bu değil mi? dedi. “Evet de onlar ne ki?” diye sordum. Meğer Erhan alışverişe başlamış. Şimdi şöyle düşünün; bir haftadır açlık sınırında seyir yapan bir ekip var. Son günü sabah kahvaltısında yediği makarna ile tamamlamış. Çay dışında içecek hiçbir şey kalmamış. Ve birden teknenin kıçında iki market arabası dolusu içecek, kahvaltılık vs beliriyor. Gerçekten tuhaf bir durumdu. Dahası o gelenler ilk kısmıymış. Gün boyunca market arabalarının biri gitti, biri geldi.

Serhat beklediğim üzere geç kaldı. Geldiği gibi başladık furling’i sökmeye. Bu arada liman görevlisi geldi ve ne zaman çıkacağımızı sordu. Bende tamirat bitince çıkacağız dedim. Ne zaman biter diye sordu, bir saati bulmaz dedim, saatine baktı ve o zaman bir günlük daha ödeme yapmanız lazım dedi. Önce olabildiğince kibarca “Dalga mı geçiyorsun lan!” diye kükredim. Erhan sakinleştirmeye çalıştıysa da pek muvaffak olamadı. Ödemiyorum dedim.

Dedim ama duramıyorum yerimde sinirimden. Gece 00:00’da bağlamışım, saat 16:30 ve adam bir gün dolmadan ikinci günün parasını istiyor. Bizde böyle gibisinden bir şey söyleyince sen bi sittir git, ben birazdan geliyorum oraya dedim, gönderdim. Hemen arkasından da fırladım. Tabi Erhan’da fırladı. Müdüriyete gittik, dedim hele bir anlatın bakalım, nasıl oluyor bu iş.
Efenim burada adet basitmiş. Saat 17:00 oldu mu gün bitiyormuş. Kaçta girdiğin farketmiyormuş. “Dalga mı geçiyorsunuz lan!” diye böğürdüm, adam gayet sakin “Beyefendi, encümen kararı, biz ne yapalım” dedi. “O zaman bana şu encümenden bir kişinin telefonunu verin, yedi ceddine, gelmişine, geçmişine… bir okuyayım, en azından rahatlayayım.” Dediysem de Erhan parayı ödedi, tadımızı kaçırmayalım dedi. Peki dedim, çıktık. Çıktık ama artık düdüklenmekten, keriz yerine konmaktan o kadar sıkılmışım ki, bir türlü sakinleşemiyorum.

Dönünce önce eski ekibi yolcu ettik. Sonra yeni ekibi ve erzakları yerleştirdik. Bu arada Serhat ve ekibinin işi de akşama doğru ancak bitti.
Saatler 21:15’i gösterirken pılı pırtı toplayıp Boynuz Bükü’nde gecelemek üzere ağır ağır ilerlemeye başladık. Ağır ağır! Günler süren koşuşturmaca, aylar süren mücadeleden sonra şimdi “keyif” seyrindeydik. Buna alışmam zor olacak…

Akdeniz

Alışılmışın aksine bir hafta boyunca Yengeç’te her şey gayet yolunda gitti. Göcek sularında pervasızca gezindik durduk. Yedik, içtik, yüzdük, eğlendik. İlk kez Yengeç’le keyif yapıyor olmanın şaşkınlığı ve “bir tekne sahibi” olmam fikrine alışmakla göz açıp kapayana kadar geçti bir hafta. Ekibi göndermek üzere tekrar bağlandık belediye iskelesine.

Göcek uzun bir aradan sonra nefes aldırdı bana. İki adım ötesi Kaş dedim, devrildim. Birkaç günümü pervasızca yayılarak geçirdim Göcek’te. Bir yandan da hava durumunu izliyorum sürekli. En uygun havayı arıyorum. Son düzlüğü sorunsuz geçmek, 7 Burunlar’la da cebelleşmemek için bekliyorum.

Daha birkaç gün önce Yiğit arayana kadar adını bile duymamıştım Yedi Burunlar’ın. Telefonda aman dedi, Yedi Burunlar’a dikkat. Yeter lan! Diye çemkirdim, ona dikkat, buna dikkat! Tek isteğim denizin ve rüzgarın tadına varmak ama sürekli kendimi bir “challenge” içerisinde gibi hissediyorum. Bir de üzerine “İlk burnun adı Kötü Burun” dedi ya, bir kez daha bastım küfürü. Nasıl isim ulan bu! Adamın gideceği varsa da yoldan çevirir!

1 Ağustos her yönüyle göz kırpıyor; hava sıcak, rüzgar neredeyse “sıfır” diyor Poseidon, Wind Guru ve diğerleri. Tamam diyorum, tam zamanı.
Göcek’te tanıştığım, orada yaşayan Teoman-Belgin çiftinin tekneleri koyun içerisinde demirde. 03:00 gibi çıkmayı planladığımdan bir gece daha para vermek istemiyorum. Gerçi hiç para vermeden çıkıyorum ki bu da ayrı bir hikaye.

31 Ağustos günü akşamüstü alıyorum halatımı, koya doğru ilerliyorum ağır ağır. Keyfim yerinde. Yengeçle baş başayız yine. Teobel teknesinin arkasından dolanıp yanına bırakacağım demiri. Pupasını dolanır dolanmaz bir küçük sandal çıkıyor karşıma, adamın biri balık tutuyor. Rahatsız etmeyeyim adamı diye biraz açığından dolanıyorum. Ne güzel demişler iyi niyetten maraz doğar diye!

Sakin sakin ilerlerken dokuz oturak çıktık döküntünün üzerine. Tam adamın balık tuttuğu yerin gerisinde göt kadar bir döküntü varmış, buldum ve çıktım üzerine. Derinlik göstergesi 110 cm diyor, şaka gibi. Yengeç’in su su kesimi 160 cm. Bir bunu yapmamıştım, bu da oldu. Önce tornistan yaptım, ı ıhh, bana mısın demedi. Sinirlendim, verdim iskele alabanda verdim tam yol ileri, biraz hareketlenir gibi oldu ve şahken şahbaz olduk. Derinlik göstergesi 90 cm gösteriyor. Tabiri caizse “zik” gibi kaldık döküntünün üzerinde.

Makineyi stop ettim. Su ısıtıp bir çay salladım önce. Sonra yakıp sigaramı yayıldım havuzluğa. Kaç gere dokuz oturak karaya oturur ki insan hayatında; tadını çıkartalım bari dedim. Bu arada iskelemde İngiliz bayraklı bir tekne var, içinde ben yaşlarda bir çift. Farkettim ki dehşet içinde beni izliyorlar. Çay ve sigarayı da görünce herhalde delirdiğimi düşünmüş olmalılar ki adam bir şeyler anlatmaya çalışıyor. “Sakin olun” dedim, “herşey kontrol altında. Benim için sıradan bir gün daha…”

Çayımı bitirdikten sonra şöyle bir bakındım ki durum ciddi. Sadece 50 cm iskeleye kaysam kurtulacağım ama Yengeç’in koca götünü oynatmak bile mümkün değil. Serhat’ı aradım hemen, durumu anlattım. “Ulan ne işin var orada!” diye çemkirince o da küfür haznemden nasibini aldı. Dedim “lagaluga yapma, fırla gel.” Aksi gibi O da Fethiye’deymiş, tamam dedi geliyorum. Bu arada gözüm iskelemde, ola ki bir motoryat dalga falan yaparsa durum iyice boka saracak.

Salladım bir çay daha, yaktım sigaramı, nereden esti bilmem, bir de Callas’tan Madam Butterfly… sanırsın tatildeyim. Aklıma geldi, Ali abiyi aradım, dedim “bil bakalım bu sefer ne oldu?”. Anlattım, komaya girdi gülmekten. Nasıl becerdin dedi, anlattım, hatta bir de “NAVİONİCS 2 metre su gösteriyordu” diyerek tüy diktim.

Oturalı 1 saat, Serhat’ı arayalı 45 dakika olmuş. Tekrar aradım, Fethiye’de trafiğe takılmış, yuhh dedim. Yak bir sigara daha.

Sonunda Serhat yanında iki kişiyle geldi. Geldi gelmesine de botun kıçında var 15 beygir bir motor. “Oğlum ne hayalgücü varmış sende” dedim. 25 tonluk danayı direğin cundasından çekiştirip yatıracak, böylece çıkartacağız, hadi len!

Tabi ki olmadı. Zavallı bot çaresizce sallandı halatın ucunda ama Yengeç kıpırdamadı bile. 15 dakika sonra Serhat babasını aradı, 10 dakika sonra O da kıçında 60 beygir bir botla geldi. Bu arada benim 5 beygir motorlu fukarayı da soktuk operasyona, maksat eğlence olsun:)

Baba sancak kıç bodoslamadan yüklenirken Serhat 15 beygirle cundadan yatırmaya çalıştı, bir diğeri de benim 5 beygir fukarayla baş bodoslamadan itiyor gibi yapmaya çalıştı. Bir ara kıpırda gibi olunca bende 135 beygirlik küheylana verdim yolu sonuna kadar. İyi bok yedik. Yengeç bir basamak daha yükseldi! Artık uskurun neredeyse yarısı suyun üzerinde. Bu sefer cidden zik gibi çıktık ortaya.

Yak bir sigara daha. Maske takıldı, mevzu yerinde bir kez daha incelendi. Durum yakından görülünce hepten simir bozucu; koskoca denizin ortasında gör kadar bir döküntünün üzerindeyiz. 50 santim sağa ya da sola gitsek yırtacakmışız.

Bu kez 60 beygir baş bodoslamadan dayanmaya başladı. Plan Yengeç’i taşların üzerinden düşürmek. Nitekim bu kez işe yaradı. Yengeç yolu verince hafif hafif oynamaya başladı ve derken iniverdi çıktığı lanet taşların üzerinden. İngiliz çiftin yanından sırıtarak geçip pruvalarında serdim demiri. Bir mini kabus daha bitti; bir değerli tecrübe daha eklendi arşive.

Nefis bir Göcek gecesi, biraz internet gezintisi, biraz müzik derken saati kurup sızdım. 04:00 gibi almayı planlıyorum demiri.

1 Ağustos, 05:00. 28 Mayıs akşamı Pendik’ten başlayan Kaş serüveninde son etap başlıyor. Hava henüz karanlık ve Göcek koyu demirde tekne dolu. Bir kısmında demir feneri yanmıyor. Gergin bir seyirle kanala varıyorum. Nefis bir gün doğuyor yine. Bugün hayatımın en destansı yolculuğunda sona doğru 6,5 knot hızla ilerliyorum. Uzakta, pusun içerisinde İblis Burnu pruvamda. Nasıl isim lan bu!

Hava muhteşem. Sabah daha gün doğmadan 25-26 derece. Bir çay daha sallıyorum. Haydar the Otopilot işbaşında. Güvertede geziniyorum elimde çayım. Geride kalan 550 millik yolculuk zihnimde dönüp duruyor.

Marmara’da geçen 45 gün, Ege’de geçen sefil günler, Cennet Koyu dedikleri cehennemde geçen üç aç, sefil gün… Keyifle gülümsüyorum düşündükçe. Halihazırda tek sorun var, sigara almayı unutmuşum. Son 50 mili sigarasız geçeceğim.

Dokuza doğru İblis Burnu iskelemde, hafif bir hava var, Batı-Güney Batı, 10 knot civarı. Cenoayı basacağım ama burnu dönmeyi bekliyorum. Serhat’ın dediği geliyor aklıma: “Bas yelkeni, kıçtan kıçtan, ohhh! Kaş yol mu!” Tam da böyle demişti.

09:50. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Poseidon ve Wind Guru’ya bakıldı, hepsi de “Yürü be koçum, tam zamanı!” dedi. Seyre başlarken godoş Poseidon’a ekmek atıldı. Peki bu nedir yahu! İkibuçuk saattir tam kafadan 30 knot rüzgar, gecekondu yüksekliğinde dalgalar! Yeter ulan artık! Denizle ilişkimi gözden geçirme zamanı gelmiş gibi görünüyor. Bu nedir yahu! Yok mu başka eğlencesi bu kodumun rüzgarının, kodumun denizinin. Her seyirde aynı hikaye.

İblis Burnu’nu döner dönmez kafadan patladı hava. Önce 26-28 knot, derken yarım saat içinde 30 knot’ı buldu. Sinirlerim kaput. Kötü Burun’a doğru ilerlerken bir yandan da geri dönme fikrini tartıyorum kafamda. Hava tahminlerini geçiriyorum zihnimden, olsa olsa kaçak gibi bir şeydir, bir yerlerde biter diyorum. Aklıma geliyor Kaş’ı, Hasan kaptanı arıyorum. Eğitmenlerinden biri çıkıyor, dal kıpırdamıyor, yanıyoruz sabah sabah diyor. Neyse diyorum, devam.

Ne sikim burunmuş ulan bu Kötü Burun! 2,5 saat oldu, dön dön bitmiyor. Bu arada rüzgar yine delirdi, 36-38 knot esiyor, tam kafadan. Cenoayı açmak geliyor aklıma, mendil kadar açsam, basar kafamı, biraz daha stabil kalırım diyorum. Kendi topuğuma sıkıyormuşum oysa ki…

Orsaya girememek ne demekmiş şimdi daha iyi anlıyorum. Lanet cenoayı bir an evvel sarmazsam ya Kötü Burun’a doğru gireceğim ya da ver elini Akdeniz! Bu rüzgarda ne bok bir şeymiş tek başına furling’i sarmak. Tüm iyileştirme çalışmalarına rağmen ancak bastonun dibinden sarılabiliyor şerefsiz. Her dalgada sırılsıklam oluyor, her dalgada daha çok kontrolden çıkıyorum.

Dalgalar iyice coştu. Az evvel 5,6 knot hızla seyrederken çarptığım dalga hızımı 1,3 knot’a düşürdü. Bildiğin dağa çarptık yahu. Buna da bir isim vereceğim daha sonra. Hala Kötü Burun’u geçiyorum. Altı tane daha var Patara sahiline kadar. Patara sahilini düşündükçe daha da geriliyorum.

Bir an pruvamı Kötü Burun’a çevirip atlamak geçiyor içimden. Bırak gitsin, parçalansın kodumun teknesi diyorum ciddi ciddi. Ulan hepi topu 55.000’e sigortalı olmasa harbi parçalayacağım koca götlü kızımı. Bıkkın ve bitkinim.

Hızım yine 3,4 – 4 knot’lara düştü. Bir yandan sürekli kulağım motorda, hala güvenmiyorum, her an bir arıza çıkartacakmış gibi geliyor. (Aylar sonra Ali abiden teknenin 55.000 TL değil de 55.000 Euro’ya sigortalı olduğunu öğrendiğimde çok güldüm bu duruma. Kesin batırırdım.)

Yiğit arıyor, nerelerdesin diyor. Kötü Burun’u geçiyorum diyor, anlatıyorum denizi. “Poseidon’un ekmeğini atmamışsındır” diyor. Siktirgit diyor kapatıyorum telefonu. Poseidon’un ekmeği ha! Önce inip sintineyi basıyorum. Kesmiyor, pis su tankını basıyorum. Ama, yok hala öfkem dinmiyor. Zıvanadan çıkıyorum iyice. Bir sonraki sahne ölene kadar çıkmayacak zihnimden, çok isterdim kendimi dışarıdan görmeyi. Dalgalar çıldırmış, havuzluğun tentesini tutan Krom boruya bir kolla sarılmış küpeştenin üzerindeyim, denize işiyorum. Aslında denize değil, Poseidon’a işiyorum. Bildiğim tüm küfürleri ederek işiyorum. Malum uzvum neredeyse suya girip çıkacak ama yok, artık tamamen kontrolden çıkmışım.

Şu an biri gelse denizden, hiç teklifsiz bırakıp yüzerek gitmeye hazırım. Yeter ki bir gelsin, alsın şunu, bitsin bu eziyet artık. Saatler ilerliyor ama ben yerimde sayıyorum. Yine her yeri ayrı telden çalıyor Yengeç’in. Hakkını yemeyeyim, bata çıka ilerliyor kendince ama yetmiyor.

Cem’ler teknedeyken geyik yapmıştık, bir top istiyorum pruvama demiştim.

İşte en çok bugün istiyorum o topu. Eğer bugün o pruva topum olsa haritadan silerdim Patara’yı. Dört saat oldu hala iskelemde Patara. Kum, her yer kum! Cep telefonundan sahibinden.com’a girip tekneyle takas karavan bakıyorum bir yandan. Sinirlerim laçka. Her şey yapabilirim.
Dokuz saat olmuş Kalkan limanını pruvama alana kadar. Koyun içerisinde hala 28 knot esiyor. Daha önce girmediğim bir liman. Nedir, ne değildir hiçbir fikrim yok. Kimin umurunda!

Liman pruvamda belirginleştikçe saatlerdir süren gerginliğim yerini rahatlamaya, hatta muzaffer bir komutan edasına bırakmaya başlıyor. Vay be! 35 mil yol, 9 saat seyir, dile kolay! Hem de tek başına. Cinnetin bilinen bir çok evresinden geçtiğim, bitmeyecek gibi görünen bir sabır testi daha geride kalmak üzere. Yine varamadım Kaş’a ama kimin umurunda. Hele bir sağlama alayım şu kayığı…

Limana iyice yaklaştım. Dalgalar hala iri. Yakın girip iskele alabanda yaparak riske girmek istemiyorum. Kafayı açıyorum sancağa, harmanlayarak dönüyorum. Liman girişi pruvamda artık. Bordadan gelen dalga bile umurumda değil. Birkaç dakika daha, sonra biraz huzur.
Huzur demiştim ya, liman girişine iyice yaklaşınca Haydar the Otopilot’u azat ediyorum. O da ne, yine dümen simidi boşa dönüyor! Sırası mı ulan şimdi! Tekrar otopilotu devreye alıp yaradana sığınıp dalıyorum limana.

Giriş dar, tonoz halatları görüyorum. Elim sürekli kornada, bir yandan da bas bas bağırıyorum: “Dağılın lannnn!

Oto pilotun yavaş tepkileriyle girişteki teknelerin tonozlarını neredeyse sıyırarak dalıyorum içeri. Millet garip garip bakıyor. Bu arada rüzgar göstergem liman içinde hala 28 knot gösteriyor. Sancak tarafta bir Yengeçlik bir boşluk görüyorum, cillop. Rüzgar tam da oraya basıyor. Zaten bizim dana da ne yaparsan yap tornistanda sancağa çekiyor. Kıyıdakilere durumu izah edip başlıyorum manevraya. Kolayca aborde oluyorum.

Gençten bir çocuğa baş halatımı fırlatıp hemen geri dönüyorum. Kıç halatım elimde ağır ağır yanaşırken bir diğer delikanlı karşılıyor. İlk dikkatimi çeken üst cebindeki sigara. “Ver abi halatı.” Diyor.
Elimdeki halatı bırakıp, “Siktiret halatı, bir sigara ver!” diyorum, şaşkın şaşkın bakıyor. “Ciddiyim oğlum, bir sigara ver lan!” diye üsteliyorum.

Derin, ama cidden derin bir nefes aldıktan sonra verip halatı Yengeç’i bağlıyoruz. Bir anda ilgi odağı oluyoruz. Havuzluk, iskele meraklı tiplerle doluyor. Durumu anlatıyorum, bir tanesi ki sonra bildiğin kanka olduk “Bahtını skiim abicim, yaz boyunca bir kez doğu eser, onu yakalamışsın” diyor. Nasıl baktıysam çocuğa, “Dur abi, bir bira kapıp geleyim ben sana” diyor ve fırlıyor.

Biraz geyiğin ardından burada kalamayacağımı, tur teknelerinin birazdan gelmeye başlayacağını söylüyor, karşı tarafa kıçtan kara olmam için uyarıyorlar, küfür gibi geliyor.

Dümene hidrolik ekleyip tekrar çözüyoruz Yengeç’i. Bıçkınlardan biri de yanımda, başlıyoruz manevraya. Tam ben demiri hazırlayayım diye dümeni ona bırakıyorum, aman demeye kalmadan veriyor tornistanı. “Hassiktir!” demeye kalmadan botun halatı uskura sarıyor bir kez daha. Koşarak dönüyorum ama nafile, çok geç. Limanın ortasına salıyorum demiri. Daha bitmemiş meğer çilemiz.

Rüzgar sert, basıyor. Yengeç koca cüssesiyle limanı kapladı. Tekneyi bırakmak istemiyorum. Sağolsun, Yunus, yani yeni bıçkın kankam “Bir bıçak ver ben halledeyim abicim” deyince hemen kırmızı saplı emektarı verdim. İlk anda Sahil Güvenlik’e çağrı atmıştım, onlar da geldi. Yunus suya girmeye hazırlanırken Sahil Güvenlik’ten gelen eleman, “Biz ne yapabiliriz” diye sordu. “Dördüncü bulursanız okey atarız” demişim o ruh haliyle, sonra üzüldüm. “Trafiği kollayın, kıçımı sağlama alın, yapın işte bir şeyler” dedim. Sanırım halimi biraz anladılar ki arıza çıkartmadılar.

Neyse, Yunus bizim fukara bota artistik bir figürle öyle bir atladı ki, kenarından sekip neşeli bir pozisyonda suya gömüldü. Botta kurtulup başladı rüzgarla sürüklenmeye. Birkaç dakika sonra Yunus “Tamamdır abi” dedi, yukarı geldi. Tekrar bastım marşa, karşıdaki boşluğa girmek üzere demir üzerinde manevra yapmaya başlarken bir şerefsiz Fransız göre göre hars diye girdi oraya. Küfretmeye bile fırsat vermedi. İki tekne ötede biraz daha dar bir yer var, onu kestirdim gözüme. O sırada başka bir yoğurt kasesi aradan sıyrılıp girmeye kalkınca içimdeki Barbaros şaha kalktı, tam yol yürüdüm üzerlerine. Bağırışlar, çığlılar derken hatunun biri alenen cilalamaya başladı beni. Ne hanzoluğum kaldı, ne öküzlüğüm. “Görmüyor musunuz manevra yaptığımı?” sorusuna yanıt vermek yerine devam ettiler söylenmeye. Yunus’a dedim “Geç dümene.” Geçtim bastonun ucuna, bu sefer ben başladım bağırmaya.

Önce sakin bir tonla “Limanın ortasında 15 metrelik bir tırhandil demirde ve manevra yapmaya çalışıyor ve siz aradan geçip yer kapma derdindesiniz, hiç mi utanmıyorsunuz? Daha bir de üste çıkmaya çalışıyorsunuz!” dedim. Sonra hatun çemkirince yılardır duymadığım bir perdeden “Öküzüm ulan ben! Hanzoyum da. Ne yapacaksınız!” diye kükredim. Dümendeki genç eleman sakince tornistan yapıp geri çekildi. Yunus emektar Ford’umun hiç de alışık olmadığı devirlerle manevraya başladı. Bir iki dakika dayanabildim, “Oğlum daha lazım o makine bana” diyerek kıç halatların başına gönderdim Yunus’u.

15:30. Kalkan limanına bağlandım. Yunus bir sigara daha verdi. Biraz lafladık, sonra farkettim ki daha kahvaltı etmemişim. Attım kendimi Fener Kafe’ye. Bir tost, iki çay, üzerine bir de soğuk bira, ohhh! Gevşedim, yumuşacık oldum. 9 saatlik kabus gibi seyir, Kötü Burun, bitmek bilmeyen Patara, gecekondu boyu dalgalar… daha şimdiden hepsi silik birer anı oldu.

Nefis bir Ağustos günü Kalkan’dayım. Kaş biraz daha beklesin. Biraz param da var. En azından 2-3 gün bağlamaya yetecek kadar. Zulada birkaç paket Eti Burçak.

Yahu nasıl saçma sapan bir şeydir bu! Birkaç saat önce batırmaya, birilerine vermeye, karavanla takas etmeye hazırdım Yengeç’i. Denizle ilişkimi gözden geçirmeye karar vermiştim. Oysa şimdi yayılmış havuzlukta Louis Armstrong’la birlikte “What a wonderful World”ü mırıldanıyorum.
Akşamüstü Yengeç yine ilgi odağı oldu. Teknecilerle Bodrum tekneleri ve tırhandiller üzerine bolca geyik yapıldı. Limanın karşısındaki tırhandil ziyaret edildi, incelendi. Kapanışı Yunus’un teknesinde yaptık. Tüm ısrarlarına rağmen bir duble bile içmememe anlam veremediler. Geç olmadan döndüm havuzluğuma, kıvrıldım. Uyumadan önce bir kez daha hava durumuna baktım. Baktım bakmasına da artık güvenim sıfır. Sabah ola hayrola dedim ve bıraktım kendimi uykuya…

Sabah keyifli uyandım. Kalkar kalkmaz önce hava tahminlerine baktım, yine “Yürü be!” diyorlar. Bu sefer kesmedi, mendirekten dışarı doğru bir göz attım. Sakin bir hava, hafif bir esinti var. Önceki günden kalan soluğanlar hatırı sayılır yükseklikte ama mesafeleri uzun, sorun olmaz. Çay ve Eti Burçak’la klasik bir kahvaltının ardından gidip Yunus’u buldum. Yeni uyanmış daha. Teşekkür edip vedalaştım. Ayrılmadan çapalar konusunda beni uyardı. Özellikle sonradan gelen tur tekneleri ve yelkenliler kesin üzerindedir diye uyardı. “Sıkışırsam seslenirim” dedim ve başladım son hazırlıklara.

Hava patlamaz, dümen kilitlenmez, motor kopmaz, göktaşı düşmez ya da tufan falan olmazsa artık birkaç saate Kaş’tayım. Hepi topu 15 mil kadar bir yolum var.

Bastım marşa, kükredi küheylanım. Ortalığa şöyle bir baktım, neta. Koltukları çözüp başladım demiri toplamaya. Tam da Yunus’un dediği gibi oldu. Bir onbeş dakikam benim emektar demirle gelen diğer 3 çapayı ayıklamakla geçti. Sonuçta ben kazandım. Ağır ağır ilerlemeye başladım limanın çıkışına doğru.

Limanı çıktığım gibi başladık soluğanlarla oynaşmaya; tırman, in, yokuş çık, yokuş in… Dalga mesafesi uzun olunca gayet eğlenceli bir seyir oluyor. Önceki günden ta bu saatlere bu denli deniz kalması şaşırtıcı. Sudan çıkmış balık gibiyim bu sularda. Öğrenmem gereken o kadar çok şey var ki. Onca yıl Marmara’da, İstanbul sularında, Marmara Ereğlisi açıklarında seyir çok bilinenli bir denklemdi, parametreleri yerine koy, çöz, gerekeni yap. Oysa şimdi bu sular çok bilinmeyenli bir denklem gibi benim için. Hakim rüzgarlarından, dalga rejimine, kıyı yapısından, doğal barınaklarına…

Kaputaş’ı ilk kez denizden görüyorum. Hatta yıllardır keyifle yolculuk ettiğim bu güzergahı ilk kez denizden izliyorum. Kaputaş gibi bir çok kırık çekiyor dikkatimi, daha önce hiç farketmediğim. İrili ufaklı ne çok kanyon varmış meğer.

Sarıbelen’le Heybeliada arasından geçerken bir çay daha sallıyorum. Bildiğin keyif yapıyorum yahu! Neredeyse gaza gelip Mavi Mağara’ya da gireceğim. Sonra gelirim diye kandırıyorum kendimi. Şimdi pruvamda Gürmenli Adası var. İskelene alırsan Kaş’a, sancağına alırsan doğruca Bucak Deniz’ine. Şaka maka geldim gibi bir şey.

Kaptanoğlu sığlık çakarını bayağı uzak geçiyorum. Aslında çok da sığ değil ama belki de en muhafazakar seyrimi yapıyorum bugün. Macera yok, risk yok. Sadece Kaş’a ulaşmam lazım, hepsi bu.

Yunan bayrağı hala basılmaya hazır. Karaada’yı (Ro Island) hep merak ederdim. Basıp bayrağı adaya doğru yaklaşıyorum biraz. Son kez Yunan sularındayım. İster istemez gülüyor, küfrediyor insan bu duruma. İki mil su var iki memleket arasında.

Kepez Burnu’na doğru Hasan Kaptan’a çağrı gönderiyorum kanal 16’dan. Uzun zamandır yapmayı beklediğim bir çağrı bu.

“Anemon, Anemon, Yengeç”

Kanal 11’den devam edip selamlaşıyoruz. Liman hakkında bilgi alıyorum. Dikkat etmem gereken bir şeyler var mı? Kimi aramam lazım? Malum limanda telsiz yok 🙂

Burnu döndükten sonra rotamı liman girişine ayarlayıp Küheylanı 1000 devire düşürüyorum. Buradan sonra liman girişine kadar Yengeç’in bastonuna yerleştim. Video çektim, fotoğraf çektim. Ama daha çok geride kalan 64 günü düşündüm. 10 dakika boyunca tüm yolculuk film kareleri gibi aktı geçti gözlerimin önünden. Pendik’ten çıkıp ağır ağır İstanbul’a, doğduğum, aşığı olduğum şehre veda ettiğim o uğursuz gece, Burgaz’da geçen o saçmasapan gün, dalgaların sırtında beşbuçuk saat boyunca sürüklenişimiz, Ambarlı’da geçen günler, Yeniçiftlik sahilinde Yengeç, Gelibolu yakınlarında çarpıldığımız fırtına, Gemi Taşı, Yedi Burunlar, Cennet Koyu’nda açlıkla imtihanımız… Şu an ilk kez gerçekten keyifli olduğumu farkediyorum. 64 gün, dile kolay! 64 gün boyunca fırtınalar, arızalar, parasızlık, güvensizlik… keyifli hiçbir şey geçmiyor gözlerimin önünden. Oysa şimdi oturmuş Yengeç’in bastonuna yaklaşık 700 mili bulan yolculuğun sonuna doğru ilk kez gerçekten keyif yapıyorum.

Limana girişim yine görkemli oldu. Dümen hidroliği yine eksilmiş, döndür babam döndür. Dar bir yer gösteriyorlar, başlıyorum manevraya. Önce salıp kavaletayı bolca bıraktım zincir. Sonra koş geri, yaklaş kıçtan kara. Demir kasınca bir yandan kokpitten döşemeye devam. İki fiber yelkenlinin arasına gireceğim, biraz dar. İkisi de İngiliz bayraklı. İkisinde de karı-koca kıçta endişeli gözlerle Yengeç’in koca kıçını izliyorlar. Yaslanarak girmeyi sevmiyorum. Biraz uzatıyorum manevrayı, ikisine de dokunmadan giriyorum. Mutlu mutlu gülümsüyor, bir yandan da neden bu kadar zor olduğunu anlamaya çalışıyorlar:)

Kıyı da iki liman görevlisi var. Henüz adam olduklarını sanıyorum. Önce iskele halatımı atıyorum, doblin diyorum ama dinlemiyor bile, kendince afili bir hareketle izbarçosunu atıp, dönüp kıçını gidiyor. Sancak halatımı alan denyo daha mütevazı bir hareketle atıp izbarçosunu o da dönüp kıçını gidiyor. Kimin umurunda, demir tamam, koltuklar tamam. Geldim ulan!
Küheylanı susturup belki de en çok hakettiğim sigaramı yakıyor, kıvrılıyorum havuzlukta.

  1. gün ve Kaş’tayım.