Agoranın hemen üzerinde, görkemli kemerlerin karşısında her şey hazırdı. Adına adanmış kente gelse hiç şüphesiz tam da burada, bu noktada olurdu Büyük İskender’de. Ulu imparatorluğunun başkenti olarak düşlerken Julius’da tam burada, bu noktada olmalıydı. Ege güneşinin güne vedası başkaydı; ama bu kocamış su kemerlerinin arasından doğru tüm evreni tutuştururcasına giderken bambaşkaydı.
Gün devrilmeye başladığında vardığından beri gözle görülür bir heyecan vardı tüm hareketlerinde. İlk kez lunaparka gelmiş bir çocuk gibi heyecan doluydu. Yerinde duramıyor, adeta nereden başlayacağına karar veremiyordu. Yolun kenarına öylece parketti motoru. Hiçbir şeye dokunmadan fırladı ağaçların arasından doğru.
Önce odeona doğru yöneldi. Henüz kazılmakta olan tapınak artık iyiden iyiye kendini göstermişti. Tapınağın biraz ilerisinden antik dönemin limanına kadar uzanmakta olan yol ortaya çıkmış, kıvrılarak ilerliyordu. Gözlerini yumdu. Dükkanların önünde pazarlık eden, telaşla limana doğru koşturan ya da limandan yüklenmiş kente doğru akıp giden insanları izledi bir süre. Kocakarınlı bir gemi daha yeni varmış olmalıydı limana. Gözle görülür bir hareketlilik vardı zihninde yarattığı Alexandria Troas’ta.
Neden Alexandria Troas? Neden Aristo’nun gözleriyle Midilli’ye doğru büyülenmişçesine dalıp gittiği Assos değil? Ya da Sura’da hala zamana meydan okuyan Apollon Tapınağı…
Liman yakınlarında bir dükkanın önünde durdu. Sigarasından derin bir nefes alırken tuhaf bir soru takıldı zihnine. Hangisi olurdu acaba bu kocamış kentin görkemli günlerinde burada olsa; Homeros’un kahramanlarından biri mi? Bir tüccar mı? Çiftçi ya da köle? Yoksa bir füzyolog mu? Daha bir yakıştırdı sonuncusunu kendine. Odeondan doğru kentin dışındaki yeşilliklere doğru yanında öğrencileri ile ilerlerken bir yandan onlara erdemin önündeki ikibin yıllık serüveni ya da ikibin yıl sonraki acımasız, asık suratlı ve “tek” Tanrı’yı yaratan Platon’un nasıl bir godoş olduğunu anlatırken hayal etti kendini…
Zaman yaklaşmıştı. Tekrar motora doğru yöneldi. Dionysos tapınağının önünde durdu. Gerçi henüz adı sanı belli değildi ama O Dionysos’a yakıştırmıştı bu tapınağı. Ayaktakımının coşkun Tanrısına… “Evoi!”
Motorun arkasında istifleniş çantayı ve tripodu aldı ve hamama doğru yöneldi. On yıl kadar önce yine sırılsıklam aşıktı tam da buradan doğru varoluşun büyüsünü hayran hayran izlerken. Bir kaç yeni aşk, bolca kadın ve on yıl sonra yine aynı noktadaydı. Ama bu kez tek başınaydı.
Özenle seçti yerini. Tripodu yerleştirdi. Emektar Mamiya C33’ü çantasından çıkarttı. Yıllardır keyifle yaptığı gibi – bugün için aldığı- Velvia filmi taktı. Bu arada yaşlı güneş hızla sahnedeki yerini almaya başladı. Pozometresini çıkarttı, ölçtü, biçti. Emin olduğunda emektarın kurma kolunu bir ileri, bir geri sardı, enstantanesini ve diyaframını ayarladı. Deklanşör kablosunu da taktığında artık her şey hazırdı.
Ve yaşlı güneş kemerin ortasına vardığında denizi tutuşturmaya başladı. Yer gök kızıla kesti. Sigarasını yaktı. Tüm alveollerini dolduracak kadar derin bir nefes aldı. Yavaş yavaş dumanını bıraktı. Güneş kemerin altında erirken sakince deklanşöre bastı. Emektarı olduğu yerde bıraktı. O anın tüm bileşenlerini olduğu yerde bıraktı. Ağır adımlarla motora doğru ilerlerken bir kez olsun dönüp ardına bakmadı. Tıpkı Kral Demetrius gibi; rolü bitti ve sessizce terk etti sahneyi.
Koçero homurdanarak ilerlerken emektar Mamiya kızıl ufka dikmişti hala yaşlı gözlerini…