Cebinize 10 TL koyun. 1,5 TL ile bir jeton alın bir İstanbul öğle sonrasında Kadıköy’den, binin 14:45 Beşiktaş vapuruna. Hemen çıkın üst kata, verip 1,5 TL daha büfeden bir demli çay, iki de simit alın; simitlerin biri martıların payı. Çıkın açık güverteye. Çayınızı yudumlayıp çıtır çıtır simitinizin tadını çıkartın. Derken dizeller kükremeye, denizler köpürmeye başlasın; altınızdaki çelik kuğu yavaşça iskeleden ayrılırken hazırlanın bu eşsiz kentin eşsiz konuklarını karşılamaya. Daha İnciburnu’na gelmeden martılar sizi keşfedecektir.
Martılar Cevat Kurtuluş’udur bu kocamış şehrin; Türk sineması için Cevat Kurtuluş neyse İstanbul içinde martılar odur. Denize çevrilmiş her çift göz, her objektif ister istemez onları da alır kadrajına. Onlar bu eşsiz şehir manzarasının vazgeçilmez figüranlarıdır. Figüranlarıdır, çünkü bu şehrin başrolü yoktur aslında. Denizin, Boğazın, yeditepenin, çarpık yapıların, minarelerin, Kızkulesi’nin toplamıdır bu şehir. Mendirekleri olmadan olmaz. Minareler, kubbeler olmadan çıplak kalır. Kuğu gibi süzülen tekneleri, balıkçıları, vapurları olmadan mümkün müdür bu görkem, bu sıcaklık.
İster iskele tarafında konuşlanın, Marmara’nın ufkuna karşı. Ya da sancak tarafında mimari harikası Haydarpaşa’ya karşı. Sizi bilmem, ben kırk yıldır her seferinde aynı hayranlık, aynı keyifle izlerim kocamış Haydarpaşa Garını. Önce biraz irice bir parça kopartın martıların göz hakkından ki yerinizi bellesinler. Sonra bir curcunadır başlasın. Ahırkapı mendireği boyunca bir parça simit kapabilmek için inanılmaz uçuş hünerlerini sergilesinler sizin için.
Sarayburnu önlerine geldiğinizde başınızı döndüren trafiğini izleyin Osmanlı Caddesinin. Balıkçı sandalları, birkaç yüzmetrelik tankerler, transatlantikler, trol tekneleri, yolcu motorları, vapurlar, römorkörler… Sıradan bir gününde, rastgele bir anında izleyin Sarayburnu önlerini. Kızkulesi’nden kıvrılırken Boğaza doğru Eminönü-Karaköy arasındaki curcunayı izleyin. Boşverin, bugün görmeyin Park Otelin kalıntısını, Gökkafesi denen heyulayı, şehrin sırtlarından fırlamış plansız programsız estetikten nasibini alamamış sonradan görmelik abidelerini, gökdelenleri… Tophane limanı üzerine fantaziler kurun, dönün sancak tarafınıza Şemsi Paşa Camisine, Mimar Sinan’ın belki de en mütevazı eserini izleyin denizden. Çiçekçi sırtlarına doğru Rum Mehmet Paşa Camisine bir bakın hele; bunca yıldır hiç dikkatinizi çekmiş midir tamamen farklı Bursa üslubuyla. Osmanlı Caddesini yaşayın. Mihrimah Sultanıyla, Dolmabahçesiyle.
Ve yelkovan kuşlarını izleyin. Alçak irtifada, ileri uçuş teknikleri üzerine bir mini gösteri yapsınlar size. Hep aynı yükseklikte, he aynı hızda, aceleyle geçer giderler. Çocukluğumdan beri merak etmişimdir, bu acele niye, nereye?
Sancak tarafında hazırlanın izlemeye, dinleyin, kendine özgü bir armonisi vardır yanaşırken çelik kuğunun. Durmaksızın tekrarlanan bir ritüeli izleyin. İskele alabanda! Yavaşça kayar denizin üzerinde iskeleye doğru çelik kuğu. Her gün defalarca aynı işi yapan çımacıların kayıtsız ifadelerini boşverin, izleyin, her sefer, her kalkış, her yanaşma başlı başına bir ritüeldir denizde. Yine kükreyecektir birazdan sessizce kayan kuğu, bir ileri, bir geri ortalayacaktır iskeleyi. Nereye koşturdukları bilinmez bir güruh sabırsızca atlayıp iskeleye, başlayacaklardır koşmaya. Halatlar gerilecek, kuğu boyun eğecek ve tahta iskeleler bilyalarının üzerinde gürültüyle kayarak sizi karaya bağlayacak. Tek vücut olmuş bir güruha katılıp ritmik hareketlerle inin vapurdan.
100 metre yürüyün, önünüzde Deniz Müzesi. Altı tarafı denizlerle çevrili Şehr-i İstanbul’un tek deniz müzesi. Kıyın 3 TL’nize daha, atın kendinizi içeri. Ve düşünün çevrenize bakındıkça, sürekli aynı soruyu sorun kendinize; göçebeyken denizci olmayı başarabilmiş bir millet nasıl olur da bu denli sırtını döner denize? Her köşede bir deniz tarihi, deniz kültürü tüm yalınlığıyla karşınızda durmakta. Daha yüz yıl öncesine kadar günlük yaşamın orta yerine kadar girmeyi başarbilmiş deniz bugün günlük yaşamdan sürgün edilmiş, nasıl, niye?
17:45 vapuruna yetişin. Verin 1,5 TL daha, bırakın kendinizi yine aynı ritüele; kükresin çelik kuğu, deniz köpürsün, bastığınız yer titresin. Geçin vapurun iskelesine, bu saatlerde başka güzeldir Anadolu yakası. Hatta Sarayburnu önlerinde Megaralı Byzas’ın gözleriyle bakın karşıya, Körler Ülkesine… Korint boğazından çıkıp cennet diye Sarayburnu sırtlarını mesken tutan Byzas’ın kulaklarını çınlatın. Seslenin; “Ey Byzas! Eğer ki bir batılı değil de doğulu olsaydın cenneti izlemeyi seçip uzaktan bakıp hayranlıkla, Körler Ülkesi demezdin Khalkedona; izlemek yerine yaşamak için seçerdin cenneti.”
Ahırkapı mendireğine doğru sancak kısmında konuşlanın. Birazdan mendireğin üzerinde bir grafiti göreceksiniz, şaşırmayın: ”S.S. Cemilem(kalp)Badi”. Aşkını ilan etmiş Badi(?) Cemilesine İstanbulluca. Her gün binlerce İstanbullunun kayıtsızca önünden geçtiği mendireğe kırmızı boyayla yazmış, Cemilesi geçerken görün diye. Derken günün belki de en keyifli manzarası sizi bekliyor olacak. Eğer hala almadıysanız Haydarpaşa mendireğine gelmeden çayınızı alın, 0,50 TL. Günün yorgunluğunu atıp bir yandan kanatlarını kurutan karabataklar benzersiz bir görsel ziyafet hazırlamıştır size. Arada balıkçıllar da görebilirsiniz dikkatle bakarsanız. Ve Kadıköy’e doğru yaklaştıkça karabatakların yerini martılar alacaktır mendireğin üzerinde.
Yakından bakın bu kez Haydarpaşa’ya. 106 kazık üzerinde yükselen bu mimari harikasına, İstanbul’un köyden kente göç abidesine… En az bir düzine Türk filmi canlanır gözünüzde. Kimler inmemiştir o koca mermer basamaklardan; Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Hulusi Kentmen… Daha niceleri. İnsanları ayırmış, ayır düşenleri kavuşturmuş ulu Haydarpaşa…
Saat daha altıbuçuk bile olmamış. Cebinizde hala 2 TL. Sağdan sağdan vurun deniz kıyısından doğru Moda burnuna. Yürürken daha bir yanda Sarayburnu, bir yanda Adalar. Ya da Marmara uzanır önünüzde boylu boyunca… Uzakta iki boynu bükük siluet; Yassıada ve Hayırsızada. Yakından bir pancar motoru pat patlarıyla yol almakta.
Moda çay bahçesinde Adalara karşı yudumlayın günün son çayını. Uzaktan Ada vapuru süzülerek yaklaşmaktadır. Küvet kadar yelkenlileriyle minik denizci adayları doldurmuştur Dereağzını. Ve güneş alçalmaya başlamıştır yavaş yavaş. Sarayburnu’nun üzerinden, mesaisini tamamlamaya hazırlanmaktadır.
Söyleyin ey Şehr-i İstanbullular, nerede yaşadığınızın farkında mısınız? Bir kez olsun yaptınız mı; cebinize sadece bir 10 TL koyup da şu Şehr-i İstanbul’un tadına vardınız mı? Doğunun en batısında, batının en doğusunda, insanoğlunun tarih boyunca neresinden, nasıl aşacağını şaşırdığı koskoca iki kıtayı aştığınızın farkında mısınız? Martısıyla oynaştınız, tarihiyle yüzleştiniz mi? Nereye gider bu serseriler diyerek yelkovanların ardı sıra dalıp gittiniz mi? Tek sıra halinde mendireğe dizilmiş kanatlarını açmış karabatakları izlediniz mi? Yanıtınız evet ise ne mutlu size, dünyanın en eşsiz kentinde yaşamanın ayrıcalığına varmışsınız.
Yanıtınız hayır mı? Ne bekliyorsunuz? Hatta beni dinlemiyorsanız Orhan Veli’ye kulak verin; o ki her noktasını ezbere bilir bu şehrin, bu denizin…
“Heey! Ne duruyorsun be, at kendini denize.”
Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, Ağustos 2009