Daha altı yaşında, ilkokul ikinci sınıftayken öğrendim Susurluk’taki şeker fabrikasını; Soma’da, Tunçbilek’te linyit, Küre’de bakır, Ergani’de demir çıktığını. İçanadolu bölgesinin tahıl ambarı olduğunu, Çukurova’da pamuk yetiştiğini. Çünkü sekizyüzbin kilometrekarelik bir tarım ülkesinin çocuklarıydık biz. Oysa sekizbin kilometreyi aşan ve bu “tarım ülkesinin” altı tarafını çeviren su kütlesine dair anılarımız silinmiş gibidir eğitim hayatımızdan. Belki ölene kadar unutulmamak üzere kafamıza kazınan şeker fabrikalarına, maden yataklarına karşın kulaktan dolma bir Karadeniz ve bir de hamsi biliriz denize dair, hepsi o. Peki hal böyle olunca nasıl anlayacak, koruyacak ve hatta sevecektir yurdum insanı denizi?
Denizimizin milli eğitim müfredatında ne kadar yeri vardır ya da var mıdır? Besin kaynağı olarak, endüstri kolu olarak, kültür ve tabiat varlığı olarak. Kabul etmek lazım ki şimdiki çocuklar bizden şanslı; korunmaya muhtaç bir çevre öğesi olarak da olsa yaşamlarına girmeye başladı bir ucundan. Ama dediğim gibi, ayazda kalmış kedi yavrusu misali, korunmaya muhtaç bir imge olarak. Ama gelin görün ki, niye koruyor, neden koruyor, korursa ne işine yarayacak bu deniz gibi –yanıtı muallak- sayısız soru üretmek mümkün.
Kanaatimce bir göz ucuyla da olsa tepeden aşağı doğru bakmak lazım mevcut duruma. İkibinsekiz yılının ilk ayının sonuna yaklaşırken hala deniz politikası olmayan bir zoraki deniz ülkesinde yaşıyoruz. Deniz politikası, deniz stratejisi ya da daha da önemlisi denize dair bir vizyonu olmayan iktidarlar zinciri sayesinde hala Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti için levrekle patlıcan arasında ya da denizle toprak arasında hiçbir fark yok. Patlıcanın bakanı levreğin de bakanı. Çit sürenin de, gırgır çekenin de bakanı. Oysa, Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, Sporun Bakanı, Avrupa Birliği’nin Bakanı… her şeyin bir bakanı olduğu düşünülürse pek imkansız görünmüyor bir de Denize Bakan Bakan olması…
Denize Bakan bir Bakan olsa Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın sirküleri ile İstanbul adalarının çevresinde 6 kulaç derinlikte gırgır ya da trol yapılabilir miydi? Yakın tarihin çok önemli olaylarına tanıklık eden, kendine özgü bir sualtı ekosistemi barındıran ve hatta 2003 yılından bu yana sit alanı statüsünde yer alan Yassıada’da bir balık çiftliği kurulabilir miydi?
Bu noktada son derece çarpıcı bir örnek trajikomik deniz maceramız adına aydınlatıcı olacaktır. 2006 yılı Kasım ayında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından bir yönetmelik yayınlandı ve 1 Ocak 2007 itibarıyla sessizce yürürlüğe girdi: Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik. Yönetmelik der ki kısaca, ömrünü tamamlamış lastikler tehlikelidir; taşınması, depolanması, geri kazanımı ve bertarafı belirli koşulların yerine getirilmesi ile mümkündür. Buraya kadar son derece makul, mantıklı bir yönetmeliktir aslında. Fakat aynı yönetmelik 22. maddesinde der ki; ÖTL’ler geri kazanım lisansı aranmaksızın iskelelerde bariyer olarak kullanılabilir! İşte böyle bir çelişki Denize Bakan Bakan’ın olmadığı, denizden bihaber bir ülkede olabilir ancak. Çünkü Çevre ve Orman Bakanlığı Ankara’dadır ve oradan bakıldığında ne yazık ki deniz görünmemektedir. Oysa İstanbul’un iki yakası arasında sadece yolcu tekneleri bile yaklaşık ikibin adet ÖTL ile yolculuk etmektedir. İskelelerde kamyon ve iş makinesi lastikleri kullanılmakta ve bunlar yıpranarak bir süre sonra denizin dibini boylamaktadır. Hatta STH Harem Projesi (www.sthharem.org) kapsamında sadece Harem’den çıkartılan lastik sayısı 150’yi aşmıştır. Ve 50’nin üzerinde ÖTL suyun altında yaklaşık 450 yıl sürecek çözünme sürecinin henüz başlarındadır. Ne Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü ne de Liman Başkanlığı ne yazık ki yılda kaç adet lastiğin bariyer olarak kullanıldığını, hangi periyotlarla değiştirildiklerini, nerede bertaraf edildiklerini bilememektedir. Çünkü denizin üstüyle sorunlarını çözememiş bir toplumun ve siyasi iradenin bir de denizin altına ilgi duymasını beklemek ne yazık ki Godot’yu beklemek gibi bir şeydir.
Peki çözüm önermedikten sonra sorunları dile getirmek biraz kaçak dövüşmek değil midir? O halde örnekten hareketle tekrar başa doğru dönelim. Birkaç ay önce demiştim ki “bize deniz ozanı gerek!”. Yaşar Kemaller, Sait Faikler, Cevat Şakirler gerek. Daha çocukken tanışmak gerek Topal Hasan’la, Ateşoğlu’yla. Çocukken binebilmek gerek Medar-ı Maişet Motoru’na; hayallerimize zincir vurulmadan daha.
Birkaç bin yıl gerilere dönüp, Girit’e doğru bakalım bir de. Küçücük bir adada serpilen uygarlığın, bir deniz uygarlığının duvar figürleri o kadar çok şey anlatır ki anlamak isteyene. Milattan önce ikinci binde Minos uygarlığını zirveye taşıyan Giritliler, aynı dönem Helen yarımadasının ya da Anadolu’nun aksine şehirlerini surlarla çevirmediler. Duvarlarında acı savaş tabloları, mitoslarında kan döken, sürüler çalan kahramanlar yoktu. Bunların yerine mutlu ahtapotlar, çeşit çeşit balıklar, rakseden ilahlar süslüyordu yaşam alanlarını. Sanılmasın ki kıyıda köşede unutulmuş bir ada halkıdır sözü edilen. Aksine çevresinde yaşanan tüm gürültü patırtının ortasında, bütün Akdeniz’le ilişki halindeydi bir yandan da…
Kanaatimce denizdir, denizle iç içe yaşamdır bu halkı “uzaydan gelmişçesine” farklı kılan. Tıpkı daha geçtiğimiz yüzyılda yaşayan Cevat Şakir’in deniz gurbetçileri ya da barbuncu Topal Hasan gibi. Boşuna dememişler “deniz insanı yumuşak huylu olur” diye.
Şeker fabrikaları, madenler, petrol rafinerileri ile büyütülmüş bir kuşak olabiliyorsa neden denizle, balıkla, sualtı yaşamının büyüsüyle büyüyen bir kuşak olmasın? Ya da en azından bunlardan haberdar bir kuşak. Müfredatın bir parçası olamaz mı deniz; yosunuyla, balığıyla, vapuruyla… Birer küçük deniz kitaplığı, tüm okullarını güncel teknoloji ile donatmayı hedefleyen bir milli eğitim teşkilatına ne derece kaldırılamaz bir yük getirebilir?
Artık şeker fabrikalarının, madenlerin yanında deniz, deniz canlıları, deniz kültürü de olmalı milli eğitim müfredatında. Uzun yıllardır bir klişe olmaktan öte geçemeyen deniz veya denizcilik bakanlığı artık hayata geçebilmeli. Artık altı tarafı denizlerle çevrili bu topraklarda Denize Bakan bir Bakan da olmalı.
Uzun lafın kısası, balığıyla, yosunuyla, vapuruyla keşfedilmeyi değil hatırlanmayı bekliyor deniz. Anadolu’ya iklimini, sonsuz besin kaynaklarını, tarih boyunca uygarlıkların beşiği olma ayrıcalığını veren deniz hatırlanmayı bekliyor. Yeniden günlük yaşamdaki yerini alabilmeyi, engel değil araç olmayı, manzaranın getirdiği rantın ötesinde gerçek değerinin anlaşılmasını bekliyor. Yurdum insanı tüm bunları hatırladığında kazanan; ayazda kalmış kedi yavrusu gibi korumaya çalıştığı deniz değil kendisi, kendi geleceği olacak.
Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2008