Dolce Notte! Quante Stelle!

Son iki saattir aynı arya asılı kaldı havada. Cenoa toplanalı bir, motor susalı iki saat oldu. Seyir fenerleri dışında tek yaşam belirtisi Callas-Gedda ikilisinin anı ölümsüz kılmayı başaran birlikteliği. Bir kez daha kulakları çınlasın Einstein’ın; en zor yoldan keşfetmiş izafiyet teorisini fukara…

Dolce notte! Quante stelle!

Aysız gece sarıyor tüm varoluşu, yıldızlar sonsuz…

Guarda: dorme ogni cosa…

Dört bir yanımda devinimsiz uzanan evreni izliyorum. Yıllar önce izlediğim Madame Butterfly’ın sahneleri, Callas ve Nicolai Gedda ile yeniden vücut buluyor adeta.

Karanlığı bozmaya içim el vermiyor, el yordamıyla bulup açıyorum şarabı. İşte şimdi gayet sırıtarak Mefistoteles’in yüzüne; “geçme, dur!” diyebilirim zamana.

İtiraf etmeliyim ki çoğu zaman hoşlanmam denizde müzik dinlemekten. Denizin, rüzgarın ve teknenin oluşturduğu armoni zaten doyumsuzdur. Ama bazı anlar vardır ki, bildiğiniz müzik değildir söz konusu olan; gecenin bir parçasıdır o da, yıldızlar gibi, bordayı gıdıklayan suların ninnisi ya da denizin kokusu gibi. Ayıramazsınız.

1903 kaydı “E lucevan stelle” Madame Butterfly’ın yerini alıyor. Tam da Caruso’nun soluğunun kesildiği yerde: “tanto la vita!”…  öyle çok seviyorum ki yaşamı!

Humbolt akıntısına salıvermiş ekvatora doğru sürüklenirken hayal ediyorum kendimi. Flint adasına da uğramalı mı? Raroia resifinin girişi ne taraftaydı? Vardığımda Napuka’nın nüfusu 258 kişi olacak…

Saatler ilerliyor olsa gerek. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Damarlarım esir ettiğim şarap iyiden iyiye etkisini göstermeye başlıyor. Neredeyim? Saat kaç? Hiç bir fikrim yok. Marmara’dayım ya, oh… korkacak bir şey yok. Gemi yolundan uzak dur yeter. Nasıl da arayacağım bu küçük ama görkemli denizi. Öfkesi boyundan büyük, şefkati ana koynunu aratmayan bu eşsiz denizi…

Direğin dibine kıvrılıp kendimi bir kez daha Ona emanet ediyorum. Marmara’nın koynunda, üzerimde simsiyah ama delikdeşik bir pike, sayısız yay burcu buluyorum uykuya dalmadan hemen önce…

Ne kadar uyudum bilmiyorum. Gözümü açtığımda ya hala Callas çalıyordu ya da bilinçaltıma işlemişti:

“Quel grido e quella morte!”

Sancak baş omuzlukta İmralı, hafif puslu. Neredeyse yerimizde saymışız bütün bir gece. Yaşlı dizel başlıyor homurdanmaya, kocakarınlı kızım nazlanarak başlıyor yol almaya. Güneşe doğru ağır ağır yol alıyorum. Artık son olmasını diliyorum; geri dönmek üzere çıkılan son yolculuk olmasını.