Çakma anarşistin güncesi
Murathan Mungan’ın Külkedisi’ni bilir misiniz? Bildik bir külkedisidir o da, diğerlerinden farksız. Onu farklı kılan zamanı geldiğinde ayağına uymayan ayakkabısıdır sadece… tam da bugünlerde hissettiğim gibi.
Zamana “Dur! Geçme!” demek için Mephisto’sunu bekleyen bir tuhaf roman kahramanı tadında yaşam. Ne zaman der insan bunu? Ya da neden diyemez bir türlü de, en biricik varlığı zamanını hoyratça harcar?
Einstein ya da; hiç mi aşık olmadı hayatında? Hiç mi depresyona girmedi? Bir kez aşık olsa o kadar formüle, o kadar kafa patlatmaya ihtiyaç duyar mıydı bir kıçıkırık izafiyet teorisi için? Akrebi, yelkovanı olmayan dijital saatlerin esaretinde hepten takılıp kalan zamanın tekrar akabilmesi için ışık hızının karesi yeterli midir acaba? Ya da hangi kantar ölçebilir ki umutsuzluğun gölgesinde yaşayan bir insanın omuzlarındaki ağırlığı? E=MC2’miş… hadi len!
Hangisi en büyük yanılsamamız? Mutluluk mu? Varlığımızın en temel hücrelerine kadar işlemiş mülkiyet saplantımız mı? Ya da onun yancısı estetik mi? Neden bu denli karşı çıkıyor, lanetliyoruz nihilizmi? Hedonizmle elele vermiş nihilizm tam da istediğimiz şeylerin toplamının karesi gibi bir şey değil midir?
Oynak tolgalı Hector kendini Achilleus’un önüne atar, ölür; ortalığı birbirine katan Paris döner arkasını kaçar, hayatta kalır. Onuru mu kutsayacağız? Yoksa en güçlü dürtüsünün farkındalığında olan Paris’i mi? Doğru bildiğinden şaşmayan Socrates’i mi, yoksa postu kıymetli Galileo’yu mu?
Buyrun size bir destansı öykü; tarihi boyunca hep özgürlük için savaşan ve neredeyse hep de kaybeden bir tuhaf toplumun, Likya’nın insanlık tarihine bıraktığı belki de en trajik öykü.
Perslere kaptırmamak için kentlerini ve değerli bildikleri her şeylerini yakmayı seçer Xanthoslular. Kadınları, çocukları, ihtiyarları ve değerli bildikleri ne varsa toplar ateşe verirler. Ve geride kalanlar son adam düşene kadar savaşır kentleri için. Kent düşer, bir kent toptan yok olur ve insanlık tarihinin belki de en saçma kahramanlık hikayelerinden biri kalır geride. Oysa belki de ihtiyar Muavilli yaşamak istiyordu gönlünce ömrünün son demlerini. Kimse sormadı ona; takılar, sığırlar ve para edecek diğer şeylerle birlikte ateşe verdiler Onu da.
Basit sorular sormayı unutalı beri insanoğlu her geçen gün biraz daha zırvalamıyor mu sizce de? Ne için yaşar insan? Bir Somalili ile bir Hollandalı’nın beklentisi ne denli farklıdır aslında yaşamdan? Ya da bir kadın ve bir erkeğin? Hatta bir kör solucanla bir insanın yaşam algısı temelde ne denli farklıdır?
Sadece 21 gün içerisinde doğan, büyüyen, çiftleşen, çoğalan ve yaşlanarak ölen bir sinekten daha mı kutsal ya da daha mı mucizevidir insan hayatı? 21 gün değil de 80 yıl yaşamak mıdır homo sapiens sapiens’i farklı kılan? 1300 yaşında bıyık altından gülen çınara nasıl göstermeliyiz bu durumda hakettiği saygıyı? Ya da 275 yaşındaki mütevazı kaplumbağaya…
Yüzlerce derece suda kaynatılıp sonra eksi bilmem kaç derecede dondurulan bir bakteri düşünün. Tekrar normal ortam koşullarına döndürüldüğünde hiç bir şey olmamışçasına yaşamına devam eden. Ve sefil yaşamlarınızı bir kez daha gözden geçirin; uyum sağlama yeteneği miydi insanı benzersiz kılan?
Temel dürtülere geri dönmedikçe nasıl mutlu olabilir insan? Ya da olabilir mi? Farkındalığı döviz kuruna endeksli bir insan nasıl başarabilir tekrar doğa denen mucizenin gerçekten bir parçası olabilmeyi? Ya da başarabilir mi?
Sizce de tuhaf değil mi, her insan kendisi, kendi egosu için yaşarken bunun tam da aksini ispat etmeye çabalar durur. Bu nasıl bir çelişkidir? “Senin için” ambalajına sarılmış beklentilerine uygun her davranışının menfaat olarak geri dönüşünü beklerken her bir insanoğlu, nasıl olur da hiç birimiz “kral çıplak” diyemeyiz?
Sevgi, dürüstlük, onur, gurur… kavramlardan yarattığımız ormanın içinde yitip gitmiş yolumuzu arıyoruz. Hatta yolu aramayı çoktan bıraktık belki de, tuttuğumuz kuşu maviye boyuyoruz sadece.
Sevgi mesela… bir yerlerde yazmıştı zat-ı muhteremin biri; sevmek kimin işine yaramış ki bu hayatta sevilenden başka… Nasıl sever insan? Neyi sever? Neden sever? İlle de sevmesi mi gerekir? Ya da nasıl olur da bu denli sevilme ihtiyacı içindedir insanoğlu ki sever, sevmek ister? Peki nasıl sever? Uygun koşullar söz konusu olduğunda sever; işine geldiği gibi olursa. Salt sevgi bir peri masalıdır insanoğlu için. O sadece beklentilerine uygun olursa sever; insanı da, canlıyı da, cansızı da. İnsanı sever mesela… ama ancak menfaatlerine uygun olduğu sürece. Hayvanları sever mesela, ama böceklerden nefret eder. Kimi vejeteryandır. O denli sever hayvanları. Ama dalı kırıldığında sesi çıkmayan ağacın canlı bir varlık olduğu çoğu zaman aklına dahi gelmez. Sığır etine şiddetle karşı çıkarken kesildiğinde kanı bile akmayan bir fukara patlıcanın canlı bir varlık olduğunu bile unutmuştur neredeyse…
Oysa varoluşun kutsanması değil midir sevgi? Varolanla birliktelikten doğan bir minnet gibi bir şey değil midir? Nasıl anlatılabilir gerçek sevgi? Bir kez olsun merak etmez mi insan?
Hele ki dürüstlük… nasıl da kaygan bir zeminde yol alır. Hele ki bir dürüst olmaya kalkın da görün bakalım başınıza gelecekleri. Ne denli kolaysa işkembeden atılan dürüstlük tafraları, o denli zordur bir insanın gerçekten dürüst olması, dürüstçe yaşaması. Daha kendine karşı dürüst olmaya başladığında başlar sorunlar.
Ne istiyorum? Hep ne istemediğimizi söyler dururuz karşımızdaki insanlara. Ya da sözüm ona istediklerimizi. Daha doğrusu kabul edilebilir isteklerimizi. Kabul edilebilir olmalıdır, çünkü idealize edilmiştir artık tüm dürtülerimiz. Köşeye sıkışmadıkça varlığını unuturuz içimizdeki vahşi hayvanın.