Kısacık ama bir o kadar uzun bir seyir…

Saat 19:00 gibi dellendim. Hızlıca küçük bir çanta hazırlayıp fırladım evden. Yolda Caner’i aradım, hadi dedim, ben çıkıyorum. O da okeye per zaten, markette karşılaştık. Dört paket Eti Burçak, üç şişe su ve bir miktar top kekten oluşan ikmali yüklenip, bir de üzerine sigara almayı unutup attım kendimi Yengeç’e.

Nasıl dellenmeyeyim arkadaş, bir benim kayığıma yer yok şu koca memlekette. Sabah belediyeye gittim, yıkacağız, kayık almıyoruz dediler, iki marinayı da aradım, “parasına sokayım, neyse verecem” dedim, yer yok dediler. Bağıra bağıra hava geliyor, karaya alamadık, kıçını bir yere bağlayamadık; geceler bildiğin zulüm. “Esti mi ne!” diye fırla yataktan, atla arabaya, in kıyıya; ohh çek dön geriye. Sonra kaçan uykuyu kovala dur sabaha kadar…

Öğle saatleri Boynuzbükü’ne dalışa gittim, dönerken de D-Marin’de bir dalış daha patlattım ama yok arkadaş, kafa hep aynı, bildiğin kazan. Caner Göbün’de yatalım istersen demişti, Cem’de orada dedim, yatalım anasını satayım. Sabah erken çıkmak üzere sözleştik. Ama akşam hava durumuna baktıkça darlandım, attım kendimi sonunda Yengeç’e.

İlk sorun akşama kaldığım için yakıt alamamak, tüp alamamak vs şeklinde ikmal sıkıntıları. Salla gitsin dedim, bir saat yol. Aşağı yukarı sekiz saatlik yakıt var. Çay da içmeyiveririm.

Ağır ağır başladım yaklaşık doksan metre zinciri toplamaya. Arkadan Caner’de başladı demir almaya. Ertesi gün gelecek havaya inat, sanırsın nefis bir Mayıs gecesi. Rüzgar neredeyse yok, ay ilk dördün, gökyüzü berrak, 950 devirde 5 knot hızla başladım seyre.

Göcek adasını geçerken çoktan Haydar the Otopilot’a bırakmış kayığı, baş tarafta düşünceler ormanında gezinmeye başlamıştım. Ne yapacağım ben bu koca karınlı kızımı? Atsam atamıyorum, satsam satamıyorum, bir yere bağlayamıyorum, karaya alamıyorum.

Kafamı dağıtmak için gökyüzüne diktim gözümü. Bir yarım saat oyaladı beni. Bulamadım arkadaş; koskoca Büyük Ayı’yı bulamadım. Amorti, Pleiades’i buldum, ama kodumun Büyük Ayısını bulamadım.

Yassıcalar iskelemde ağır ağır kayarken yine döndüm soru işaretleri ormanına. Kış daha yeni geldi. Hadi bu sefer Göbün’e kaçtım, her seferinde kaçacak yer mi arayacağım? Ne zaman huzur içinde uyuyacağım? Bu tekne işinin keyfi neresinde; ben mi kazmayım, bulamıyorum keyifli bir tarafını?

Gün boyu öyle bir psikoloji içindeydim ki, biri gelse ver dese, “al diyeceğim, beş para istemem, yeter ki al ve ben de rahat, deliksiz bir uyku çekeyim.” Hepi topu 6-7 mil yol, bitmiyor. Bitmiyor çünkü yine o meşhur izafiyet teorisi devrede; Yengeç’te zaman neredeyse durmuşçasına yavaş akıyor. Daha Göbün’e bağlamadan önümüzdeki haftayı, sonraki ayı, bitmek bilmeyecekmiş gibi gelen kışı düşünüyor, daralıyorum.

Sonunda Göbün’ün girişine geldim. İskeleye ferah ferah aborde oldum. Cemlerin hazır masasına çöküp bir duble rakımı içtim. Rahatladım mı, hayır, sadece birazcık gevşedim. Ne de olsa dostlarla bir aradayım ve az da olsa alkol girdi damarlarıma aylar sonra.

Yatmadan halatları çiftleyip, sabaha karşı dörde deliksiz değilse de dinlendirecek kadar uyudum. Sabah rüzgarın uğultusuna uyandım. Çıktım bir tur attım, her şey yerli yerinde. Beş gibi koydum kafayı, sekize kadar tekrar uyudum.

Sekizde kalkıp çevreyi gezdim. Nasıl da güzel bir koy ve nasıl da kayıtsızım çevremdeki güzelliğe karşı, dehşete düştüm. Cem’in kayıkta yaptığımız kahvaltıya kadar bön bön gezdim ortalıkta. Derken yağmur yeniden başladı.

Kamaraları bir kez daha kontrol ettim; sızıntı inanılmaz azalmış, bir parça sevindim. Attım kendimi restorana. Saatler oldu, aralıksız ve aynı şiddette yağıyor. Yengeç koyun girişinde adeta süs gibi, bir aksesuar gibi hareketsiz, kayıtsız duruyor. Durup durup ona bakıyor, durup durup aynı soruyu soruyorum kendime; ne halt edeceğim ben bu koca karınlı kızımla…

Yarın hava kalınca, öğle gibi Göcek’e dönmeyi planlıyorum. Bir taraftan da içimden bir ses bırak olduğu yerde, atla yüzerek kaç diyor…