Öyle bir boyamış ki bugün gökyüzünü Dalgacı Mahmut, eflatun nerede başlıyor mavi nerede bitiyor, gerçek mi düş mü belli değil. Gerçek olan bir şey var, Ege de akşam bir başka güzel. Gözünü alıyor insanın renkler. Bir ressamın tablosunda görsem abartılı bulurdum herhalde bu renkleri. Hele gökyüzünün denizle oynaşmasını anlatmak öyle zor ki, korkuyorum, anlatamam, haksızlık ederim diye. Balıkçı dostum bile dayanamadı, gaz kesti yavaşladı gördüğü güzellik karşısında. Karşımızda Klazomenai, ya da şimdiki adıyla Çeşmealtı günün yorgunluğuyla mahmur. Arkamızda küçük, küçücük Eşek adası. Livarda biraz balık, ev şarabı, peynir. Susturup pancar motorunu, bırakıyoruz kendimizi denizin kucağına. Deniz demekte zor aslında. Sanki ters yüz olmuş dünya da uçuyoruz pancar motorlu sandalımızla. Hadi diyorum dostuma, hadi.
Zaten öyle bir alışmış ki artık ben hadi dedim mi ya şarap ya sigara demek; hemen çıkartıyor livardan bidonu. İki sene önce gömmüş bahçesine bu bidonu. Şarapta ne şarap ama. Baküs’ün kulakları çınlasın. İçelim diyor, soruyorum,kime diye. Biraz duraksıyor önce. Sonra ben yetişiyorum imdadına; “hiçbirşeye ve herşeye”. Buna içilir diyor ama ikimizde herşey için içiyoruz aslında. İrice bir balık yakalıyor içiyor, oltadan kaçan balığa içiyor… Adalara bakıp içiyorum, gökyüzüne bakıp içiyorum… İçiyoruz, içiyoruz. Birden farkına varıyoruz ki yaşlı güneş çoktan bitirmiş mesaisini, karanlık örtmüş üstümüzü. Arıyorum, bulamıyorum ay yok gökyüzünde. Ay aylık izninde bu gece. Yıldızlar delik deşik etmiş karanlığı.
Bir an göz göze geliyoruz kibritin alevinde, içelim diyorum “geceye”. İrice bir karagöz çıkartıyor dipsiz karanlıktan, içelim diyor “karagözün makus talihine”. İçime sinmiyor karagözün hazin sonuna içmek ama dostumun geçim kaynağı bu. İnsanları oldukları gibi kabullenmeli, oldukları gibi göründükleri sürece. İçiyoruz, içiyoruz… Nelere bilmiyorum daha, ama aklımıza gelen her şeye içiyoruz. Damarlarımda esir etmişim bir kere şarabı, tut tutabilirsen artık beni. Sallıyorum kendimi dipsiz karanlığın koynuna, uzanıyorum sırt üstü, üzerimde delik deşik siyah bir yorgan. O kadar tembel ki bu gece Ege, sandal şöyle dursun, kucağında uzanmış uyuklayan beni bile sallamaktan aciz. Borda ediyorum sandala, dostum bir küçük şarap ikmali yapıyor, boca ediyor küpesteden aşağıya. Ne zaman ki taşmaya başlıyor ağzımdan neyse ki anlıyor şaraba doyduğumu. Şimdi dopingi de almışım ya, sıra diğer sessiz dostlarımı ziyarete geliyor. Takıp maskemi, paletimi, yakıp fenerimi… Ver elini derinlikler. Beş on metre inince tükeniyor nefesim, damarlarımdaki şarap elele verip denizle atıveriyorlar beni yukarı. Pes etmiyorum. Önce bir süre derin derin soluklanıp dolduruyorum tüm hücrelerime kadar Klazomenai’nin tüm oksijenini. Ve tekrar ver elini derinlikler… Bu sefer bir onbeş metre kadar iniyorum, ama hala ne tembel istiridyeler var ortalıkta ne yandan çarklı pavuryalar, ne de bilge kaya balıkları… Anlaşıldı, bu gece paylaşamayacağız dostlarla sessizliği… Olsun, deyip bir daha dalıyorum. Varabildiğim en son noktada kapatıyorum fenerimin ışığını, geçiyorum zamanın, mekanın ötesine. Bırakıyorum kendimi Ege’nin yumuşacık kollarına, izin veriyorum beni nazikçe dışarı atmasına.
Şimdi şarap zamanı. Küpeste hiç bu akşamki kadar yüksek gelmemişti belki… Tüm enerjimi tüketiyor tırmanana kadar. Neyse ki dostum elinde bidon karşılıyor beni. “İjelim” diyor, “herşeye ve hijbirjeye”. Bidonun sonları yaklaştıkça kıpır kıpır oluyor içim, duramıyorum yerimde. Önce İzmir’in kavakları ile başlıyorum, ben bitirirken dostum bir çökertme patlatıyor. Bir de zeybek oynamaya kalkınca fındık kabuğu kadar sandalımızda O’da karanlıkların koynunda buluyor kendini. Zorlukla biniyor yeniden sandala ve kötü haberle sarsılıyor, şarabımız tükendi.
Damarlarımızla idare edelim diyoruz çaresiz, yeniden başlıyoruz türkülere. Ege de türküden bol ne var… Boncuklu gelin orta yerde dönerken bize ait olmayan bir ses farkediyoruz her nasılsa. Ve derken dört kişi oluyoruz gecenin kalan kısmında, karanlığın ortasında. İki çakırkeyif balıkçı şarabını ve dostluğunu sunuyor, kabul ediyoruz memnuniyetle. Birkaç türküden sonra pesediyorlar ve birkaç saat sonra yine iki kişi kalıyoruz karanlığın ortasında. Ama artık biraz daha şarabımız var.
Derken aynı yaşlı güneş yola çıkıyor uzaklardan. Kızıla boyuyor bu sefer ufku. Açıkçası pek sevinemiyorum bu sefer onu gördüğüme. Klazomen yavaş yavaş uyanıyor derin uykusundan. Şarap dibe vurmuş çoktan. Ve aynı yaşlı güneş başlıyor bugünkü mesaisine. Birden hafif bir rüzgar sallıyor teknemizi. Farkına varıyoruz ki; bitti. Şarabın büyüsü, gecenin gizemi bitti. Yaşandı bitti ve taze bir anı olarak yerini aldı “ölümden kurtarabildiklerimiz” albümünde. Derken Batı rüzgarları bir fısıltı taşıyor binlerce yıl uzaklardan, “Ben herşeyi yokeden zamanım” diyor Krişna, Arjuna’ya. Klazomenai’yi, Klazomenli Anaksagorası, talihsiz karagözü, şimdiyi ve biraz sonrayı, dostlarını ve anılarını…
Hakan Tiryaki
Klazomenai, 1996