“Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;”

Bir adanın öyküsü bu; topraksoylu bir halkın denizle kurabildiği ilişkiyi anlatan trajikomik bir öykü. Binlerce yıllık geçmişinin önemli bir kısmında deniziyle varolan, altı tarafı denizlerle çevrili, yaşlı, kocamış bir kentin… balıkları binlerce yıl dillere destan, kitaplara konu olan bir kentin, Şehr-i İstanbul’un yedi mil açığında sessizce cezasını çeken Yassıada’nın kısa öyküsü.

Adının Plati olduğu Bizans günlerinde de yüzü gülmemiş, bir bahtı kara ada, Yassıada. Üzerindeki tek yapı olan zindanıyla Bizans için bir korku unsurundan öte geçememiş. Osmanlı geldiğinde neredeyse yok saymış, görmezden gelmiş onu. Elçilik görevi bittiğinde geri dönmek yerine bu topraklarda kalmayı tercih eden İngiliz Büyükelçiliği’nden emekli Edward George Bulwer adayı Abdülmecit’in izni ile satın almış ve iskan etmiş kendince. İki tane ortaçağ görünümlü şato benzeri bina inşa ettiren Bulwer, rivayete göre paraya sıkışır ve bildik bir isim adanın yeni sahibi olarak kayıtlara geçer; Hidiv İsmail Paşa. Gitmese de, görmese de Paşa’nın orada bir adası vardır uzakta. Bu arada 1894’te depremle kullanılamaz hale gelir Bulwer’in iki görkemli binası. Osmanlı’nın kendi gürültü patırtısı, bitmek bilmeyen savaşları sırasında unutulur gider Yassıada. Derken 1950’lerde adada hüküm süren bir aile peyda olur ve mahkeme kararı ile son verilir hükümranlıklarına. Artık askeri bir eğitim merkezi olarak kullanılmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanığı’na devredilmiştir. 1952 yılına gelindiğinde deniz kuvvetlerine hizmet vermektedir. Ta ki 1960 darbesi ile gelişen ve bir ülkenin tarihinde derin izler bırakacak Yassıada Mahkemelerine ev sahipliği yapana kadar.

Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;

Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada

Böyle bitiriyor mısralarını Faruk Nafiz Çamlıbel. 27 Mayıs’ın ardından DP Milletvekili olarak sürgün edildiği Yassıada’da. Yargılamalar biter, olan olur, sonrasında 1978 yılına kadar eğitim merkezi olarak hizmet vermeye devam eder Yassıada. Derken Deniz Kuvvetleri’nin çekip gitmesi ile 15 yıl sürecek yeni bir unutulmuşluk dönemi başlar. Neyse ki 1993 yılında inanılmaz isabetli bir kararla İ.Ü. Su Ürünleri Fakültesi adaya taşınır. Ama hepi topu üç yıl dayanabilecektir Yassıada’ya.

Su ürünleri öğrencileri de alıp başını gittikten sonra yine martılara ve tavşanlara kalmıştır Yassıada. İstanbul siluetinin değişmez ama bir o kadar da bilinmez bir parçası olarak günlerini geçirir.

Dalış aktivitelerinin yaygınlaşmasıyla bu kez dalış kurumları keşfeder Yassıada’yı. Gerçi ada Milli Savunma Bakanlığı’na aittir, üzerine çıkılması yasaktır ama… yasaktır yasak olmasına ama ikibinli yıllar ilerledikçe parkeleri yakıp sucuk ekmek yiyen dalıcı nüfusa hele bir de yüzer pavyonlarıyla adanın iskelesine borda eden çapulcu takımı ve toplayıp getirdikleri Rus kadınlarına dur diyebilecek bir tek tavşanlar vardır adada. Sürgün yeri, cezaevi vb. fonksiyonlarına ilaveten açık fuhuş merkezi gibi bir tuhaf misyon daha eklenir adanın kısa özgeçmişine. Her haftasonu birilerinin birilerini bıçakladığı, tekneler dolusu bıçkın ve de gözü dönmüş varoş delikanlısının slav ırkının mucizeleri etrafında ışığa gelen sinekler gibi toplaştığı bu ada yine Yassıada’dır.

Denize aşık ve biraz da hayalgücü gelişmiş bir çok insanın fantezileri vardır Yassıada üzerine. Mesela ben hep bir su sporları merkezi olarak hayal ederdim. Hatta hayal etmenin de ötesinde oturup kafa patlatıp, dosyalar oluşturmuştum.Yelkencisi, sörfçüsü, dalıcısı ile bir su sporları merkezi!

Ya da bir huzurevi olarak düşlerdim adayı. Ömrünün son günlerini şehrin yanı başında ama şehrin hırıltısından, kargaşasından uzak huzur için geçiren yaşlılar hayal ederdim. Fakat işte hayaller bile deniz insanıyla, topraksoylu insan arasında öyle büyük farklılıklar gösterebiliyor ki… Mesela adayı Ambarlı’ya alternatif bir yakıt deposu haline getirebilmeyi hayal etmek gibi… Ya da binbir çeşit canlısıyla inanılmaz bir sualtı yaşamına sahip Yassıada’yı, tam da söz konusu canlı yaşamının en yoğun olduğu alana bir balık çiftliği kurarak taçlandırmak gibi…

Gelin biraz daha eğlenceli kılalım; yüzer pavyonlarla gelen varoş bıçkınlarının binaların çatısına çıkıp kiremitleri aşağı atarken eğlendiklerine işaret ettiğini varsaydığımız tuhaf sesler çıkarttığı; her ıssız köşesinden bir Slav ve en az bir varoş bıçkınının çıktığı; liman sahası içinde yer almasına ve bir de üzerine mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’na ait olmasına karşın bir balık çiftliğinin kurulduğu bu ada SİT ALANI! Ne yazık ki 2003 yılından bu yana diğer adalarla birlikte devlet güvencesinde! Bir de sit alanı olmasaydı neler olurdu buyrun bunu da siz hayal edin…

Şimdi bir de sualtından bakalım bahtı kara ada parçasına. Her şeyden önce iddia ediyorum ki bir tür çeşitliliği araştırması yapılsa çıkacak sonuçlar herkese küçük dilini yutturacaktır. Her santimetrekaresinde yaşam barındırır Yassıada’nın sualtı. Görkemli orfozları, neşeli mürenleri yoktur belki ama ne Kaş gibi terkedilmiş topraklar misali kıraçtır suyun altı, ne bir şeyler görebilmek adına mesafeler katettiğiniz alışıldık Saros dalışlarına benzer. Biraz pikniğe gitmek gibi bir şeydir Yassı’da dalmak; yeşilin her tonunu görürsünüz. İnanılmaz bir florası vardır sualtının. Ama Marmara’nın büyüsü Yassıada’da da belli bir derinlikten sonra başlar. Ki bu derinlik mevsimine göre değişmekle beraber rekreasyonel dalış limitleri dahilindedir. Ne zaman ki Akdeniz suyuna girersiniz, kristal gibi bir su karşılar sizi. İnanılmaz bir görüş, bambaşka bir dalış atmosferi. Ne de olsa iki bambaşka denizi barındırır içerisinde Marmara. İşte bu mucize denizin köşebaşını tutmuştur Yassıada. Ne kadar göçmen tür varsa anavatanından kopartılıp gelmiş, söz birliği etmişçesine burada toplanır. Bir zamanların Elis adası, ya da Haydarpaşa garı gibi… Akdenizli Papaz balıkları, çeşit çeşit anemonlar, deniz tavşanları, deniz patatesleri gibi ilk görüşte “hadi canım! Daha neler” dedirten canlılar sarmıştır çevrenizi. Hele bir de yumuşak mercanlara kadar ulaştıysanız emin olun bir süre görüntülerini unutamayacaksınızdır. Yirmiyedi metre derinlikte yer alan bu yumuşak mercan tarlası –ki şimdi tam üzerinde balık çiftliği var- başlı başına bir görsel şölendir dalıcılar için. Yandan çarklı bıçkın pavuryaları, rengarenk deniz yıldızları ormanını, yeni yeni girmeye başlayan adını öğrenemediğim istiridye türlerini… hatta şansınız varsa denk gelebileceğiniz köpekbalığı türleri, kiklalar, eşkinalar… Alışılagelmiş söyleme inat, Yassıada kıyılarında Marmara inanılmaz bir sualtı yaşamı sunar, size sadece uygun bir yöntem bulup tahrip etmek kalır.

Türkiye gibi dalışın bile henüz hukuken tanımlanamadığı, dolayısıyla dalış turizmi kelimesinin ancak kozmik-fizik kadar anlaşılabilir olduğu bir ülkede böyle bir nokta ancak üzerine balık çiftliği kurularak değerlendirilebilir. Bir de üzerine aynı bakana hem levreğe bak hem de patlıcana derseniz, topraksoylu halkın böyle bir adanın denizine balık çiftliği kurmasına, tepesine yakıt deposu kondurmasına şaşıramazsınız.

Dünyanın bütün denizleri bir tarafa, Marmara bir tarafa derim, gülerler bana. Akdeniz güzeldir, Ege rengarenk, Kızıldeniz büyüleyici… ama Marmara mucizevidir. Öyle bir deniz düşünün ki, yaptığımız tüm tahribata rağmen elimizi çektiğimiz anda 6-7 yıl içinde bütün su kütlesi yenilenebilecektir. Öyle bir deniz düşünün ki aşağıda Akdeniz, yukarıda Karadeniz; ikisi bir araya gelince oluyor Marmara!

Ve işte Marmara’nın başladığı yerde Plati’den Yassıada’ya bir kaçbin yıllık tarihinle bir adanın trajikomik öyküsü. On beş milyon İstanbullu’nun çoğunun bir kez olsun görmediği, bir çoğunun yerini bile bilmediği bir panoramik İstanbul aksesuarı…