Galiba Mart ayının sonlarıydı. Kalamış’ta, sahilde çay bahçesine oturduk. Sevimli bir adamdı Ali abi. Tanışır tanışmaz ısındık birbirimize. Aynı perspektiften bakıyorduk yaşama. Barış benden bolca bahsetmiş, benim için sıkıcı olabilecek kısmı aradan çıkartmıştı. Yengeç’i konuşmaya başladık. Sadece fotoğraflarını gördüğüm 15 metrelik bir tırhandili İstanbul’a getirme planları yapıyoruz, inanılır gibi değil…
Her zaman olduğu gibi basit ve net bir şekilde anlattım Ali abiye benim durumumu: Param yok, satın alamam. Elimden her iş gelir, yaşatırım Yengeç’i. Dalış merkezim var, işletirim. Tüm geliri senin olabilir, umurumda olmaz. Yeterki bir teknem olsun; canım çektikçe denize çıkayım, havuzluğunda keyif yapayım. Koklayayım, yaşayayım. Bir de hani olur da para bulabilirsem kışa doğru da almak isterim ama zor…
Yalova ve Pendik alternatifleri üzerine kafa yorduk. Fiyatları karşılaştırdık. İş imkanlarını değerlendirdik. Ben bir şekilde Pendik’le görüşür, bir sponsorluk vs projesi düşünür hatta ikna ederim dedim.
Tüm bunları konuşurken Yengeç henüz Bodrum’da ve karada. Neyle karşılaşacağıma dair tek güvencem Ali abi ve Yengeç’ten bahsederken tüm varoluşunu kaplayan heyecan. Böylesine seven bir adamın teknesine güvenmeyeceğim de kime güveneceğim.
Nisan ortasına yaptık programı. Ali abi hazırlıkları üstlendi, ben bağlama sorununun çözümünü.
Masadan kalktığımızda önüme gelene anlatmak, çevremde kim varsa aramak istiyordum; bir teknem, hem de bir tırhandilim olmak üzereydi. O günkü heyecanım nasıl anlatılır bilmiyorum ama eminim bir çoğunuz için bildik bir şeydir:)
Bu noktada biraz da ben ve tekneler arasındaki ilişkiden bahsetmem de fayda var. “Teknem olacak” diyorum çünkü mülkiyeti umurumda bile değil. Yeterki içinde olayım, seyre çıkayım, orasını burasını kurcalayayım. Çevremdekiler bilir, kimin teknesi olduğuna bakmaksızın hep bir sorumluluk duygusu olmuştur içimde, her tekneye karşı. Büyük, küçük; yelkenli, sandal.
Pazarlıklar, görüşmeler vs derken Pendik makul bir noktaya geldi. Artık sadece gidip Yengeç’i getirmek kaldı. Barış ve Serpil (Yavaş) ile birlikte bir seyir planı yaptık ve ben Ali abiye birlikte Bodrum’un yolunu tuttum.
Akşamüstü Yatlift’e vardık ve ilk kez Yengeç’i gördüm. İlk tepkim “gemi ulan bu!” oldu. Yanında duruyorum, öyle büyük görünüyor ki gözüme, neredeyse gözümü korkutacak. Diğer taraftan öyle de güzel ki… Üzerine çıkmadan önce bir kaç tur atıyorum etrafında. Her detayını ilgiyle izliyorum. En çok da bastonun altında zaman geçiriyorum. Önünde saygıyla eğilesim var. Bu nasıl bir ihtişam. Diğer taraftan bu nasıl bir mütevazılık. Ali abi sesleniyor, yukarı tırmanıyorum. Havuzluktan doğru bakıyorum ve ilk tepkim “Kim kullanacak ulan bunu!” oluyor. Ucunu göremiyorum ki! Bir tur atıyorum güvertesinde; “oha, bildiğin güverte ulan bu! Rahat rahat yürüyebiliyor insan.” Bastonun ucuna kadar gidip oradan bakıyorum, neredeyse gözümü alıyor haspam. Öyle sevimli, öyle güzel görünüyor ki gözüm olumsuz hiç bir şey görmüyor, seçmiyor.
Ertesi gün sabah erkenden başlıyoruz mesaiye ve üç gün sonra suya indirip masalsı bir yolculukla İstanbul’a varıyoruz.
Yengeç ile sorunsuz ama bol vukuatlı, rüya gibi bir sezon geçirdik. Marintürk’ün kayalıklarına baştankara çıktık, lüks kelimesinin zavallı kaldığı bir mega motoryata bastonumuzu soktuk, bilmem kaç defa uskurumuza halat doladık, botu yolda bıraktık, döndük geri aldık, tonoz kopardık… Tüm bunlar olup biterken ben hala Yengeç’i tanıyor, Ali abi ile ilişkilerini izliyordum. Bağlamaya geldiğinizde yabani bir kısrak gibiydi Yengeç, kolay kolay boyun eğmiyor, kendi bildiğini okumakta direniyordu. Ama bir kez çözüp halatlarını çıktınız mı maviliklere kuğu gibi süzülüyor, içindekini de, dışarıdan bakanı da kendine hayran bırakıyordu. Ne zaman ki geri dönüp manevraya sıra geldiğinde tüm karizma çiziliyordu.
Yengeç’le Ali abisiz ilk denize çıkışım gerçekten efsaneviydi. Neredeyse olabilecek tüm aksaklıkları yaşadık. Tabi teknede benden başka halat bile tutacak kimsenin olmaması tüm sorunların kartopu gibi büyümesinin asıl sebebiydi. O kadar ki halat vermek için kıça diktiğim iki adamın, ikisi birden halatları olduğu gibi pontona atmışlardı. Bas bas bağırmaya başladığımda da gayet haklı bir şekilde “bağla demedin ki!” dediler
Yazın sonlarına doğru Ali abinin sağlık durumu biraz tatsızlaştı. Artık yavaş yavaş Yengeç’te yalnız kalmaya başlamıştım. Bu arada Yengeç yavaş yavaş teknenin her daim keyiften ibaret bir mevzu olmadığını ufak tefek işaretlerle hissettirmeye başlamıştı. Praçollar iyiden iyiye çürümüş, kamaralar felaket su yapmaya başlamış, direk sıkıysa basın o yelkeni diyor… bir de üzerine bir türlü ayar tutmayan mekanik, kronik “line” sorunu yüzünden her seyirden sonra kaplinin somunlarını sıkma zorunluluğu. Sanırım cicim aylarımızı geride bırakıyorduk artık.
Bir yerlerinden başlamam gerektiği konusunda tereddütüm olmamakla birlikte neresinden, nasıl başlayacağıma dair hiç bir fikrim yoktu. Ne anlarım ki ben ahşap tekneden!
Arada Ali abi ile yapılacak işler üzerine laflıyorduk. Konuşurken nasıl da kolay geliyor insana; direği değiştirelim, kasara fena, halledelim, komple vernik atalım, ama ahşaba kadar silelim… Hala neye bulaştığıma dair en ufak bir fikrim yok, işkembeden sallıyorum, onu da yapalım, bunu da yapalım.
Ekim ayı ortalarıydı sanırım, bir süredir Ali abiyle görüşememiştik. Sonunda aradı ve geldi. Havuzlukta çayımızı yudumlarken aramızda tuhaf bir konuşma geçti. “Ben düşündüm, taşındım ve Yengeç’i sana vermeye karar verdim. Maddi, manevi hiç bir beklentim olmaksızın. Bu saatten sonra ya sana veririm ya da yakarım ama kimselere satamam Yengeç’i.” dedi.
Karışık hisler, kısa bir sessizlik ve ardından devam ettik. “Öyle olmaz” dedim ve devam ettim:
“Temel bakım, onarım işlerini bitirene kadar para veremem, çünkü yok. Ama bakım işlerini bitirdiğim gibi gider kredi alırım, ne alabiliyorsam onu öderim. Evi boşaltır tekneye taşınırım, ödediğim kira kadar taksit ödemek üzere kredi alırım, onu da sana veririm. Ha bir de, şuna emin olabilirsin, elim ayağım tuttuğu sürece Yengeç’i satmam. Artık bakamayacağımı düşündüğüm zaman da ben de benim gibi bir mal bulur ona bila bedel hediye ederim.”
Ali abi bir kez daha tekrar etti maddi ya da manevi hiç bir beklentisi olmadığını. “She” dedi bu, satamam.
Son olarak “Tekneye adımını attığın andan itibaren tekne senindir. Ne zaman gelirsen, ne zaman istersen; ikimiz teknede olduğumuz sürece kaptanı sensin.”
Sonrasında uzun vadeli planlardan konuştuk. Daha o zaman Kaş’a inme düşüncemi paylaştım, ölçtük, biçtik.
Ali abi bir tek şey istedi. “Bir gün eser kafama, gelir de çöz palamarı dersem, çöz yeter. “Len” dedim, “daha ne isterim ki”…
O hafta marş, şanzıman, kaplinler, dümen… daha o hafta her şey sıradan su koyvermeye başladı. Bir sezon tık demeden çalışan, tıkır tıkır işleyen her şey sırası geldikçe su koyvermeye, abuk subuk sorunlar çıkartmaya başladı.
Artık bir tekne sahibi olmuştum ve tekne sahibi olmanın ne demek olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Fakat hala bir “ahşap” tekne sahibi olduğumun farkında değildim.