Aralık başında tekneye taşındım. Bir çocukluk hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın sarhoşluğu içinde geçiyordu günlerim. Tablo hiç de toz pembe değildi aslında. Yengeç Kasım’dan beri yerinde oynamamıştı. Her yağmurda yataklar su içinde kalıyordu. Öyle ki sonunda kışlık brandayı örtmek zorunda kaldım. Sarı bir örtünün altında yaşıyordum artık. Ama hala keyfim yerindeydi.
En ciddi sorunlarımdan biri yanlışlıkla sintineye boca ettiğim mazotun tüm tekneye, tüm giysilerime ve bedenime sinen kokusuydu. Girdiğim ortamın kokusu değişiyordu
Gelen giden burun kıvırsa da ben hala bir hint öküzü kadar mutlu ve huzurluydum. Ta ki artık bir ucundan başlamak lazım diyene kadar.
Direk çürümüş, kasara, cam kenarları, kasaranın birleşim yerleri açılmış, armuzlara sabitlenen çıtalar su tutmaya başlamış, davlumbazın tavanı akıyor, mutfak her yağıştan sonra su içinde kalıyor, paraçollar bitik. Bir de üzerine Nisan’dan sonra marinada barınamama ihtimali doğunca hızlı bir plan yapmak gerekti. Yapılacak iş ne kadar çoksa bütçe o kadar dar. Bir iki usta getirip gösterdikten sonra anladım ki direk hariç ne varsa kendim yapacağım. Yapacağım yapmasına da ne anlarım ki ben marangozluktan!
Bir gece kasaranın etrafındaki çıtaları sökerken buldum kendimi. İşte o akşam geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oldum. Artık bir şekilde üstesinden gelmek kaçınılmaz olmuştu.
Raspayla geçen ilk günün sonunda ilk ciddi hayal kırıklığını yaşadım. Bütün bir günün sonunda sadece davlumbazın dış duvarında aşağı yukarı iki metrekare bir yeri bitirebildiğimi gördüm, dehşete düştüm. Sonra bir sıcak hava tabancası aldım, o da olmadı. Sonuna eksantrikle daldım Allah ne verdiyse. Fakat kaç yıldır ellenmemiş hatta vernik vernik üzerine binmişse aletle bile ömür törpüsü. Tabi tüm bu işleri yaparken bir de aynı yerde yaşıyor olmak hepten eğlenceli bir hale getirdi yaşantımı. Artık saçım, kıçım, televizyonum, bilgisayarım, içtiğim çay… her şeyin içinde mutlaka talaş da vardı.
Günler haftaları, haftalar ayları tüketirken ben hala tükenmeyen bir sabırla zımpara yapıyordum. Tüm kasara ahşabına kadar tertemiz çıktı ortaya. Tüz çatlaklar ideal karşımını bulduğumu düşündüğüm macunla (Semparoc+dolgu verniği+ahşap talaşı) dolduruldu. Bu arada bütçe tükendi. Marintürk’le anlaşma ihtimali yalan oldu ve Kaş yolu göründü.
Öyle apar topar çıktım ki hayatımın yolculuğuna… ne tekne hazırdı, ne ben. Kervan yolda düzülür dedim, çıktım sonunda. 64 günlük destansı bir yolculuktan sonra Kaş’a vardığımda ben artık eski ben değildim. Odysseus ya da Aeneas’ın yolculuğundan farkı kalmamıştı seyrin. Ne zaman çözsem palamarı kafadan bindiren hava, durmadan çıkan arızalar, parasızlık; her koldan bindirdi yol boyunca. Ama asıl canımı sıkan artık Yengeç’e güvenmiyor olmamdı. Kaş’a vardıktan sonra da devam eden sorunlar bir ara neredeyse pes etme noktasına kadar getirdi. Aküler sorunlu, buzdolabı bozuk, bok tankı patlak, nereye baksam çürük ahşap, her yağmurda sırılsıklam ıslanan yataklar… ve tüm bunlarla birlikte yaşama zorunluluğu her geçen gün daha ağır gelmeye başladı.
Kasım itibarı ile bir ev tuttuk Kaş’ta ve Yengeç’ten taşındık. Gerçi çok da bir şey değişmedi hayatta. Her rüzgar uğultusunda yataktan fırlayıp limana uçarak geçti kış. Hele yılbaşı sabahı iki tonozu birden koparıp karaya bindirince iyice huzursuz olmaya başladı Kaş’ta yaşam.
Bir telefonla fırladım yataktan, ikibuçuk dakika sonra limandaydım ve gördüğüm manzara karşısında çöktüm. Yengeç’in o güzel kıçı limanın betonuna vurup dururken başı da yandaki tekneye yaslanmış. Gözlerim dolmuş mudur bilmiyorum ama bir parçam kopmuş gibi bir histi. Aslında çok da bir şey yoktu ama yine de canım yanıyordu. Ucuz atlatıldı nihayetinde ama bir level daha atlattı bana bu lanet kaza.
10 Şubat’ta liman yıkılırken, karadaki tekneler teker teker devrilirken, denizdekiler karaya çarpıp, babalarını kırarken Yengeç dalgaların üzerinde fütursuzca salınıyordu. Gün biterken tek kaybım zaten gözden çıkartıp bir kenara attığım bot oldu.
Marmara’da denizci sanmışım kendimi bunca yıl. Oysa tekne bağlamayı bile bilmiyormuşum meğer. Bir tonoz, iki koltuk; yan gel yat. Kaş’ta bunun bedeli çok ama çok ağır. Burada, Akdeniz’de her şey büyük; dalgalar kolayca devasa boyutlara ulaşabiliyor, rüzgar kolaylıkla 50 hatta 60 knot’lara kadar çıkabiliyor. Daha da önemlisi, Marmara’da denizdi belirleyici olan, burada dağlar. Her şeyi yeniden öğrenmeye başladım burada. Lanet rüzgar o dağdan, bu tepeden bir yerden dönüp dolaşıp bir şekilde buluyor adamı burada. Tam karşımız tepe, hatta İstanbul’la karşılaştırırsak bildiğin dağ ama gel gör rüzgarı kesmek şöyle dursun; yuvarlayıp gönderiyor tepemize.
Şubat’ta kadar biraz mesafe koydum Yengeç’le arama. Tayland’ta sürttüm bir ay. Dostlara emanet ettim, arkama bakmadan kaçtım Kaş’tan. Artık yorulmuş hatta neredeyse tükenmiştim…