Korkuyor muyum? Zamanın, mekanın ötesinde, zifiri karanlıkta, 4-5 metrelik dalgaların koynunda sürüklenirken… Kaç saat olmuştu? Neredeyim? Güney Marmara kıyılarına mı sürükleniyorum, Çanakkale Boğazı’na mı? Korkuyor muyum?
Nasıl aptalca bir soru bu? Aslında hiç bu kadar korkmuş muydum diye düzeltmek lazım. Hani ne zaman konusu geçse, “göt kadar Marmara, bir yerinden çıkarsın mutlaka” derdim ya… Al sana işte, göt kadar Marmara’nın bir yerlerinde şamandıra gibi batıp çıkıyorum şimdi.
—
İşaretler… hadi hepsini görmezden gelir de, neredeyse gözüne sokarcasına gelen o kara bulutları, gittikçe azgınlaşan dalgaları görüp nasıl devam eder insan hala yola? De ki etti, dört beş metrelik dalgaların arasında minicik botla daha ne bok yemeye oynaşmaya kalkarsın bir de üzerine.
En tatsız tarafı da ayın aylık izninde olması galiba. O uğursuz bulutlarla hava kararı beri kaç saat geçmişti kim bilir? İzafiyet teorisi iş başındaydı tam da burada, fırtınanın ve Marmara’nın ortasında.
İri damlalarla başlayan, sonra doluya dönen yağmur durmuştu ama rüzgar hala acımasızdı. Rüzgarla birlikte o göt kadar Marmara kendinden beklenmeyecek kadar deniz kaldırmıştı yine. Minik bot artık yol almıyor, yokuş çıkıyor, yokuş iniyordu mütemadiyen. Sıra sıra, üst üste ama durmamacasına geliyordu dalgalar. Ayvazovsky’nin tuvaline hapsolmuştuk adeta…
Derken iki parlak ışık belirdi pruvamda. Kısa bir süre sonra göz kırpmamacasına parlamaya başladı. Willis geldi bir kez daha aklıma… denizde kaybetmemem gereken tek şey hala yerli yerindeydi; umut! Şerefine yaktım bir sigara daha.
—
Galiba artık korkmuyorum. Üşüyorum, hipotermia kapıya dayandı gibi. Susuzluk daha şimdiden dayanılmaz bir hal aldı. Ufuk yok, ufukta bir ışık, bir yaşam belirtisi yok ama gel gör, artık korkmuyorum. Korkmaktan da sıkıldım galiba. Zaten bir sıkılmaktan sıkılmadım galiba bu hayatta.
Hayta piçlerinden hangisi bu ey eli yabalı haydut; Boreas mı, Notos mu? Bir de şu kara bulutlar kaplamasaydı gökyüzünü keyifli bile olabilirdi zifiri karanlıkta uzanmış, üzerinde delik deşik bir yorgan… bir de ne tarafa sürüklendiğimi bilirdim en azından.
Beni üzerinden atan minik azgın küheylanım, nerelerdesin? Ne zaman dümeni bıraksam iskele alabanda yaparsın, nasıl oldu da bu kez beni üzerinden attığın gibi yoluna devam ettin sen? Hem de kalan bir şişe suyumla!
—
Gerçekten de öyle ani oldu ki, minik bot bile anlamadı ne olup bittiğini. Ne olduysa o iki parlak ışık yüzünden oldu. O iki parlak ışık kara demekti, su ve yemek demekti ya, gözüm döndü adeta. Bir an evvel ulaşmalıydım oraya. Bir süredir yavaş yavaş yol almaya çalışan motora verdim gazı, homurdandı ama ileri atılıverdi. Ya da en azından ben öyle sandım.
Kara sandığım iki ışık yakınımdan geçip gideli her halde bir iki saat olmuştu. Aklımdan bile geçmemişti o iki ışığın bir gemi olabileceği. Botumu da alıp götürmüştü benden o iki parlak ışık. Bir iki saat önce botun kıçında oturmuş su ve yemek hayali kurarken şimdi küpem, saç lastiğim, Swahili işi kolyem ve mayomla sürükleniyordum karanlık sularda.