Türkiye’de gönüllü olmak

Nasıl bir başlıktır bu böyle demeyin. Öncelikle kendinize bir sorun, bugüne dek gönüllü olarak ve hiçbir karşılık beklemeden yaptığınız bir şey var mı? Kalkıp felsefi ya da psikolojik çözümlemelerle çarpıtmadan, son derece net, motivasyonunuzun sadece odaklandığınız konu olduğu bir gönüllü uğraşınız oldu mu? Yanıtınız evet ise bu başlığı anlamak şöyle dursun zoraki bir gülümseme de belirmiş olmalı yüzünüzde.

Biraz daha açalım. Örneğin, Pazar günü ailesi ya da sevdikleriyle kahvaltı etmek yerine sabahın köründe bir sahilde pankart asan, malzeme taşıyan ya da yıllarını suların altında geçirmiş katı atıkları sayıp tasnif eden STH Gönüllülerini ele alalım.

Pazar günü için neredeyse seçenekler sınırsızdır. Hiç olmadı uzatır ayaklarınızı yatarsınız. Ama hayır, mesela STH Gönüllüleri gibi denizi seviyor, denizle yaşıyor ve denize dair sorumluluk hissediyorsanız tablo değişir. Belki on yıldır suyun altında yatan bir kamyon lastiğinin içini dolduran ve neredeyse elinizle dokunabileceğiniz kadar somut, sert bir kokuya karşın daldırır elinizi lastiğin içine en ufak bir yaşam izi var mı diye karıştırırsınız. Ola ki bir minik yengeç kalmıştır içinde ya da bir şaşkın karides… Yaşama, varoluşa saygı vardır hepsinin özünde. Her bir meşrubat kutusunun içine bakılır, her bir obje didiklenir. Varsa bir şaşkın yengeç ya da bir utangaç horozbina, soytarı edilmeksizin, nazikçe geri bırakılır kendi dünyasına.

Ve tüm bunlar olup biterken tiksinti dolu gözlerle izler sizi gelip geçen “normal” insanlar. Kimi at gözlüklerinin ardından bakar ve “kaç paraya olursa olsun yapılmaz bu iş” der kendi değer yargılarıyla. Kimi “boşa uğraş olduğunu” düşünmekle kalmaz hatta haykırır yüzünüze karşı.

Bir de sualtı temizlik ekiplerimiz vardır mesela. Dedik ya, hazır örnekten çıkalım yola, beş yıldır tırnaklarımızla kazıyarak yarattığımız STH örneğinden. Aralık ayıdır, lapa lapa kar yağar. Susmak bilmez telefonlar, ve hep aynı soru: “Etkinlik iptal mi?”. Bıkmadan, usanmadan aynı yanıt: “Tabi ki hayır!” Bir Şubat günü Eminönü… su beş derecedir, dışarısı üç derece. Poyraz bıçak gibi keser adeta, yirmibeş kişi yek vücut olur bir tentenin altında. Sıra dalışa gelir, “show must go on” denir ve bırakılır bedenler donduran sulara. Hepimiz mi aptalız? Hepimiz mi şov derdinde? Çıldırmış mı tüm bu insanlar? Hayır, sadece gönüllüler, inandıkları bir şeyi yapıyorlar, yapmaya çalışıyorlar. Gelip geçen kalabalığa haykırmaya çalışıyorlar sesleri çıktığı kadar.

Eminönü’nden devam edelim yine. Tam hazırlanırken dalışa bir adamcağız gelir yanı başınıza, der ki: “abi be, benim kantar var aşağıda, bir baksanıza ona da!” Ne diyorsun sen kardeşim dersin, ne kantarı? Derken bir başkası gelir, benim de der “tezgah olacak aşağıda!”. Sonra öğrenirsiniz ki sözüm ona düzenin bir çeşit bekçisi belediye zabıtası tuttuğunu atmıştır denize. Bir inersiniz ki aşağıya, evet, hepsi tam da yerli yerinde…

Bu kadar mı sanırsınız Türkiye’de gönüllü olmak başlığının altına yazılacaklar, gülerim size. Bir gün bir davet alırsınız, gidersiniz, devletin bir kurumuna. Derler ki, biz düşündük, taşındık, sizi bizim bünyemize almaya karar verdik. Hoppala! Bıkmadan, usanmadan anlatırsınız, bunun bir devlet kurumu ile ne alakası olduğunu ya da ne kadar alakasız olduğunu. Anlatırsınız, aslında bu gönüllülerin bir kurumsal kimliği olduğunu, aynı yasayla düzenlenmiş bir tüzel kişiliğe haiz olduğunu. Anlattığınızı sanırsınız ama nerede??? Bir sabah bir telefonla uyanırsınız. Alaylı bir ses vardır karşınızda, der ki “hakkınızda şikayet var!”. Karşılıklı güler geçersiniz. Çünkü ciddiye alınması zaten söz konusu bile olamayacak bir şeydir ve daha da önemlisi yapılacak çok daha önemli şeyler vardır deniz adına.

Bir başka gün bir belediyeden ararlar, davet ederler gidersiniz. Birlikte bir şeyler yapabilir miyiz derler, “hay hay, seve seve!” dersiniz. Teklif evlere şenliktir. Sizden toksik atıklara dalmanız istenir. Şaka gibi ama gerçektir. Ne de olsa gönüllüsünüz ya, sizden başka kim yapar bu işi. “Seve seve” dersiniz yine ama dersiniz “bizden dalacak her arkadaşımıza karşılık, bir kişi de sizden dalarsa!”. Küstahlıktan tutun saygısızlığa kadar bir çok sıfatla ödüllendirilirsiniz.

Sürekli bir medya ilgisidir tutturur gidersiniz. Tüm ulusal kanalları takmak istersiniz peşinize. Ne de olsa medya bu, kitlelere ulaşmanın en etkin yolu. Etkinlik alanında anlatır, anlatırsınız. Akşam olur oturursunuz televizyon karşısına. Bekler, beklersiniz. Reklamlardan hemen önce, 3 dakikalık “dana güzellik yarışması” haberinin ardından yalan yanlış bir kırkbeş saniye ayrılmıştır emeğinize. Yüzünüzde beliren gülümsemeyi tarif etmek öyle zor ki…

Şeytan dürter, neden bizim de bir çocuk şenliğimiz olmasın dersiniz. Hatta “deniz ve çocuk şenliği”. Başlarsınız hazırlıklara. Meme ucu hassasiyetinde narin memleket gündemi yüzünden üç kere ertelemek zorunda kaldığınız ilk şenliğiniz tuhaf bir deneyim olur sizin için. Yüzkırk Yeni Türk Lirası gibi dev bir bütçeyle şenlik yapmış olmanın haklı şaşkınlığı, bir avuç adamla yapmış olmanın haklı yorgunluğu ve iflah olmaz bir gönüllü olmanın pek de akıllıca olmayan romantizmi ile oturur aynı akşam bir sonrakini planlamaya başlarsınız.

Bir sonraki yıl anlı şanlı bir organizasyonunuz vardır artık: “Konuşan Balık Deniz ve Çocuk Şenliği”. Çanakkale’de yüzlerce çocukla çocuk olur gelirsiniz geri. Sonraki yıl Ortaköy’de heyecan ve coşku kelimelerinin hakkını vererek geride bırakırsınız üçüncüsünü de.

Sonra aynı akşam oturur “neden bunu uluslararası yapmıyoruz ki” dersiniz haddinizi bilmeden. Birkaç ay sonra ilk duyuru çıkar ortaya: “Uluslararası Konuşan Balık Deniz ve Çocuk Şenliği” İsmi bile gözlerinizi kamaştırmaya yeter. Hatta “International Talkin’ Fish Marine&Kid’s Fest”. Kendi yarattığınız minik konuşan balığınız bu yıl Romence ve Bulgarca da konuşacaktır artık. Belki sonraki yıllarda daha bir sürü farklı dilde…

Aylar süren hazırlıklar, yazışmalar, zihin jimnastikleri, kağıt işleri… öyle bir iş yumağının içinde bulursunuz ki kendinizi. Neyse ki ucu ucuna bir bütçe yaparsınız. Her şey çocuklar ve deniz içindir. Türk, Bulgar ve Romen çocukları bir araya gelecek, denizi konuşacak, denizi anlatacaktır. Denizi resmedecek, denizin fotoğrafını çekecek, kendi dilinde bir slogan iliştirecektir Konuşan Balık’ın dudakları arasına…

Sevsinler sizi… Onbeş gün kaldığında elinizde uzunca bir liste vardır. Başka? Başkaca tek şey umuttur. Siz oturup teşekkür belgelerini dahi Romence ve Bulgarca düzenlemeye çalışırken sizden başka kimsenin umurunda dahi olmadığı gerçeğini her fırsatta unutursunuz. Aylar önce böyle bir organizasyona kim sponsor olmak istemez ki diye düşünürken koskoca, anlı-şanlı firmalara neredeyse cebinizden para vermek istersiniz. O denli kötüdür hepsinin durumu. Yüz kadar çocuğu getirecek, üç gün boyunca gezdireceksiniz, bir gün şenlik edecek, ödüller, hediyeler vereceksiniz. Tüm organizasyon için günlerce kafa yorar ve yirmi-yirmibeşbin Türk Lirası gibi bir bütçe çıkartırsınız. Hatta istersiniz ki bir sürü kurum sponsor olsun, maddi külfete girmeden hepsi bir şekilde dahil olsun. Ne de olsa önemli bir şeydir sizce “sosyal sorumluluk” kavramı. Nakdi değil, ayni sponsorluk istediğinizi anlatmakta dahi zorlanırsınız, gerisini siz düşünün artık.

Zıpkınla balık avı için sponsor vardır. Ajitasyon yarışmaları için neredeyse kuyruğa girmektedirler. Hatta çevrenize şöyle bir baktığınızda, nasıl olur, herkes her şeye sponsordur. Fakat siz o denli beceriksizsinizdir ki, bu sponsor deryasında bir tanesini tavlamayı becerememişsinizdir. Neredeyse yirmi yılı bulan reklamcılık deneyiminizle düşünürsünüz; “bundan daha iyi bir reklam olabilir mi?” dersiniz, ama sonuç hala aynıdır. Önünüzde onbeş gün, mutlu edilmesi, eğlendirilmesi gereken toplam dörtyüz kadar çocuk, uzun vadede dahi olsa rehabilite edilmesi gereken deniz… hepsi tamam, bir tek sponsor eksik…

Sonrası daha da neşeli bir hal alır. Oturup, yatağı, duşu ve tuvaleti olan ama çarşaf ve yastık kılıfları olmayan yurt için çarşaf dikmeyi planlarsınız ciddi ciddi. Çünkü hesabı basittir, 7,65 TL bulduğunuz en ucuz çarşaf ve yastık kılıfı fiyatıdır. Bunu 100 ile çarptığınızda da dikmekten başka seçeneğiniz kalmamaktadır.

Tahta paletlerden sahne yapamaz mıyız diye düşünürsünüz. Bu da ciddidir. Çünkü sahne, ses sistemi ve görüntü paneli maliyeti 2800 USD + KDV’dir. Onbeş gün kala abuk subuk gelebilecek her şeyi düşünürsünüz. Bir tek iptal etmeyi düşünmezsiniz. Çünkü söz konusu olan dört yüz kadar çocuğun heyecanı, coşkusu ve deniz imajinasyonunuzda bırakacağı derin izlerdir. Her şenlik sayısız şey öğretir her birimize. Bu yüzden olsa gerek, patatesle t-shirt basmayı bile denersiniz. Çünkü GSMH’sı her geçen gün neredeyse geometrik artan, dört bir yanı zenginlik abideleriyle dolu güzel memleketimde dörtyüzelli adet t-shirt için sponsor olabilecek kurum aradığınızda karşınıza neredeyse Hint fakiri patronlarıyla bambaşka bir tablo çıkar. Sanırsınız ki Bangladeş’te Dünya Güzellik Yarışması için sponsor arıyorsunuz…

Bu kadar mı sanıyorsunuz Türkiye’de gönüllü olmanın bedeli? Yanılıyorsunuz. Mesela bir gün kalabalıkça bir e-posta grubuna bir mesaj düşer. Takma adla yazılmış bir mesajdan öğrenirsiniz ki siz aslında bir tezgah kurmuşsunuzdur, belediyelerden, oradan buradan topladığınız parayı cukka etmektesinizdir. Hatta yakın çevrenize sus payı olarak dağıtırken, diğerlerini de “gönüllü” payesiyle kullanmaktasınızdır. Tabi tüm bunları okurken mesela telefonunuzun borcundan dolayı kesik olması kara mizahın son noktasıdır belki de…

Evet, bir adam bu ülkede gönüllü bir şeyler yapıyorsa mutlaka bir menfaati olmalıdır. Yoksa niye yapsın ki! Bu denli basittir yurdum insanı için açıklaması. Hayatında bir kez dahi gönüllü olarak hiçbir şey yapmamış bir insan için hastalıklı, ancak onun perspektifinden son derece inandırıcıdır bu yorum.

Diğer taraftan, böyle bir toplumda her kim varsa gönüllü olarak bir şeyler yapmaya, bir şeyleri değiştirmeye çalışan, her biri birer Don Kişot’tur. İyi midir, kötü mü orasını bilemem. Ama saftır en azından. Saf ve hepsinden önemlisi hala umutlu, hala verecek bir şeyleri var demektir. Her kim ki egosu gıdıklanmasa da, cebine üç akçe girmese de, birileri eller üzerinde taşımasa, alkışlara boğmasa da bir şeyler yapmaya çalışıyorsa, işte o bizdendir. Kendi değirmenlerini seçmiş, yaşamının elverdiğince saldırmaya devam edecektir.

3 Haziran Cuma günü gelecekler. Romanya’dan ve Bulgaristan’dan gelecekler, Bilecik’ten ve Beşiktaş’ın ilköğretim okullarından gelecekler. 4 Haziran günü hepsi bir araya gelerek muhtemelen canımıza okuyacaklar. Belki hala bir sahne ve ses sistemi bulamamış olacağız. Hatta belki t-shirt ya da bir sürü şeyleri eksik kalacak. Ama öylesine güçlü, inançlı bir avuç “gönüllü” bulacaklar ki, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeyecekler. 5 Haziran günü buruk ayrılacaklar. Geride tarifsiz bir yorgunluk, dayanılmaz bir “sonrakini planlama” histerisiyle baş başa kalacak olanlar yine aynı “gönüllüler” olacak. Çoğunluğun anlayamadığı ve hiçbir zaman anlayamayacağı, memleket gerçeklerine uymayan, uzaydan gelmiş denli garip bakılan insanlar olarak onlar yine aynı şeyi soracaklar: “sırada ne var?”

Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanındaki tüm iflah olmaz gönüllülere SAYGIYLA!

Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2010