Tuhaftı gece. Alışılmadık. Bir şeyler gizliyordu, görünenin ötesinde. Ne aydınlıktı, ne de karanlık.
İncir ağacı yerli yerindeydi. Yanıbaşındaki küçük, metruk ve çatısız Rum evinin içinde yükseliyordu. Dallarının arasında Ege uzanıyordu boylu boyunca. Ama o da bir tuhaftı bu gece…
Evin önünde, suyun hemen bir metre altında kozlarını paylaşan iki bıçkın pavurya.
Her şey gölgesizdi bu gece. Tüm evreni bu denli tuhaf kılan bu olmalıydı. Nesneleri gösteren ışıksa, anlamlandıran gölgeler değil midir? Oysa bu gece her şey anlamsız görünüyordu. Ya da ruhsuz.
Bu gece evreni ruhsuz bırakan dolunayın ta kendisiydi. Donuktu. Üç halka sarmıştı etrafını; önce gri, sonra kırmızı ve en dışta siyah…
Yine sıkışıp kalmıştı Atahaulpa’nın beş asır önceki kabusunun içinde.
Atahualpa’nın kahinleri günler sonra yorumladılar kabusu:
Ayın çevresindeki ilk gri halka felaketlerdir. İnka topraklarını yerle bir edecek doğal afetler, depremler. Kırmızı halka Pissaro’nun, dolayısıyla savaşın ve kıyımın habercisidir. Ve siyah halka 40.000 eğitimli İnka askerini sadece 180 kişilik ordusuyla yenen ve Atahualpa’nın ve İnka İmparatorluğunun sonunu getiren tuhaf savaşın betimidir, yokoluşun…
Uyandı, el yordamıyla bulduğu paketten bir sigara yaktı. İlk nefesi salıverirken doğruldu, pencereye doğru yöneldi. Karşıda Sedefadası yerli yerinde, demirde bekleyen gemilerin ışıkları sahile kadar uzuyor. Gecenin bilmediği bir saatinde aşağıda, parkta bir çift, sarmaş dolaş, gecenin ıssızlığında öpüşüyor. Dolunay göğün en yüksek noktasında, tek bir halka bile seçilmiyor etrafında.