Uzun bir gece

Deprem olurcasına titremiyor Yengeç, artık güneyden bindiriyor olmalı hava. Yoksa tir tir titriyor olmalıydık. Kıç halatların da gıcırtısı doğruluyor, özellikle sancak halat inliyor adeta. Kışlık tentenin pat patları iyice arttı. Çarmıhlar ara ara katılıyor koroya. Görünmeyen bir maestro salladıkça sopasını sırası gelen katılıyor. Maestronun gözdesi kışlık tente. Dört tarafındaki pencerelerden çakan şimşeklerin ışığıyla aydınlanan küçük kilisenin ortasında kemanını çalan Pagani’ni geliyor gözümün önüne. Maestro çeviriyor sopasını iskeleye, yeni bir gıcırtı ekleniyor senfoniye. Yandaki motoryatla aramızdaki usturmaça görev aşkıyla inliyor. Derken gözlerim kapanmaya başlıyor.

Bir şeyler devrilmiş olmalı, uyanıyorum. Senfoniyi dinliyorum; kıç halatları, sancak usturmaçalar, tente üzerinde düşen yağmur damlalarının tıpırtıları… sorun yok, hepsi bildik sesler. Uykuya devam.

Gürültüyle fırlıyorum yataktan. Anında havuzluktayım, kaynağını arıyorum sesin. Bir şeyler devrilmiş olmalı, kurcata lambalarını açıyorum ki benim evlatlık direğin dibindeki minderinden doğru bana bakıyor. Öyle sakin görünüyor ki, rüya gördüğümü düşünüyorum. Tenteyi kontrol edip, tekrar içeri geçiyorum.

Marina içinde soluganlar başlamış, kıç halatları acı çekiyor adeta. Daha bir keyifle dalıyorum uykuya. Rüyamda bilmediğim bir denizdeyim. Hafif dalgalı bir deniz. Tatlı bir esinti, derken hızla sular çekiliyor, Yengeç bordasının üzerinde kalakalıyor. Yerlileri görüyorum uzakta, denizn içinde yosun tarlalarında çalışıyorlar. Paje kumsalındayım, Yengeçim ve ben. Bir de müzik sesi, nereden geldiği belli olmayan: “Jambo, Jambo Bwana!” Derken bembeyaz kumların üzerinde sallanmaya başlıyor Yengeç. Oysa deniz çok, ama çok uzakta. Sallandıkça sallanıyor. Hassiktir! diyerek uyanıyorum. Fırlıyorum yataktan, iki adımda havuzluktayım tekrar.

Tüm sesler birbirine karışmış, maestro kontrolü elden kaçırmış. Kurcata lambalarını açıp kolaçan ediyorum ortalığı. Tente olmuş paraşüt. Ne kadar daha dayanacak diye düşünüyorum. Halatlara takılıyor gözüm. İskele sağlamda ama sancakta tek halat var. Kaç kere niyetlendim, bir türlü elim varmadı ya şunu da ikilemeye, kızıyorum kendi kendime. Fazla sürmüyor kızgınlığım. Öyle bir sağanak atıyor ki hain Notos havuzluğun tenteleri açılıyor. Panik halde kapatıyorum. Bir yandan da fermuarları kilitlemek için kullandığım basit ipleri değiştirmek üzere söktüğüm geliyor aklıma. Bir türlü sırası gelmeyen bir angarya daha kapak oluyor. Bir yolunu bulup sabitliyorum. Rüzgar gülünü açıyorum meraktan. Vay anasını! 37 knot esiyor marina içerisinde…

Aşağıya inip bir çay suyu koyuyorum. Bu gece uyku yalan. Televizyonu açıyorum tekrar. Çayımı ve sigaramı alıp geçiyorum köşeme. Bir kaç dakika sonra olan biteni düşünürken buluyorum kendimi.

Daha bir iki hafta öncesine kadar fırtınada tek duyduğum Sedefadası’na bakan salonumdaki panjurlarımın sesiydi. Fırtına dediğin deniz ulaşımını etkileyen basit bir doğa olayından fazlası değildi. Ya da en fazla panjurların hepsini açmam gerekirdi gecenin bir saati ki seslerini kessinler.

Daha çocukluk günlerimden beri hayalini kurduğum buydu oysa. Karayla aramdaki tek bağın bir çift halat olması. Evimin bir tekne, bahçemin tüm denizler olması. Tüm getireceklerini göğüslemeye hazırdım çoktan. Fırtınasına, sisine, kurduna, zımparasına…

Çabucak bitmiş sigaram. Bir tane daha yaktım. Gülümsediğimi farkettim düşünürken. Çocukluk hayallerimden birisine daha çizik atmıştım. Eninde sonunda gelecek bu günü kaç yıldır bekliyordum, hatırlamıyorum bile. Ama o gün artık gelmişti.

Neydi bu denli çeken şey beni? İnsan böyle zamanlarda daha bir dürüst oluyor kendine karşı. Düşündüm, düşündüm. Ne macera beklentisi, ne kıçıma kaçmış deniz suyu. Bu gece, fırtınanın ortasında her şey daha bir netleşti. Özgürlük. Buydu sihirli kelime. En azından benim için, denizde olmak, denize açılmak, hepsi vazgeçilmezdi. Ama asıl önemli olan karayla aramdaki iki kıçıkırık halatın hayallerimle aramdaki tek bağ olduğunu bilmek; işte buydu tekneyi benim için bu derece değerli kılan. Giderim, gitmem… ama biliyorum ki o iki halatı attığım anda dünyanın tüm denizleri önümde. Tek ihtiyacım rüzgar. Özgürlük hissini bundan daha güçlü verebilecek bir şey var mıdır hayatta?

Son gelen ses senfoninin tadını kaçırdı. Çayımla birlikte fırladım yine havuzluğa. Tente güvertenin yarım metre üzerinde uçuşuyor; ne yerinde durabiliyor, ne alıp başını gidebiliyor. Son sesin kaynağını buldum. Can sıkıcı ama çok da önemli değil. Sancak taraftaki kuşgözleri su koyvermiş.

Saat üç olmuş. Rüzgargülünü açıyorum tekrar. 30-35 arası esiyor hala. Soluganlar ilginç, marina içinde nasıl bu kadar olabiliyor anlam veremiyorum.

Televizyonun karşısına kıvrılıyorum. Üzerimde ince bir polar, yağmurun tıpırtılarını dinlerken sızıyorum bir kez daha. Paje sahilinde bulmayı umuyorum kendimi yine ama olmuyor.

Yine bir gürültü; envanterde olmayan bir ses daha. Artık daha bir yavaş hareketlerle çıkıyorum, havuzluğa. Ya alıştım ya da yarı uykudayım hala. Dalış platformlarından birini güvertede buluyorum. Gürültünün kaynağı oymuş. Her şey yolunda. Saat dörtbuçuk olmuş. Tam tekrar içeri girecekken direğin çevresinden sızan su miktarı takılıyor gözüme. Aslında sızan değil artık akan demek. Iskaçadan doğru olduğu gibi kamarama, daha doğrusu yatak odama geliyor. Hatta miktar arttığında kasaradan aşağı, pencerelere doğru ilerleyi yatağıma kadar geliyor…

Depoya inip duck-tape denen mucizevi bantı alıyorum. Can salının iki köşesine dikkatlice basarak elim yettiğince izole etmeye çalışıyorum. Hain Notos işimi zorlaştırıyor gittikçe. Direğin etrafını sarması gereken parça kamçı gibi çarpıp duruyor orama burama. Ne zamandır ana yelkeni lazyjack’le birlikte sökmeyi planlıyordum. Al sana bir kapak daha. Lazyjack ve diğer halatlar yüzünden tam olarak izole edemiyorum bir türlü. Yaklaşık yarım saatlik bir uğraştan sonra sırılsıklam ve titrer halde geri dönüyorum salona. Salona girdiğimde farkediyorum ki üzerimde sadece bir tişörtle fırlamışım…

Bir çay daha sallıyorum. Webasto denen faideli gavur icadını sonuna kadar açıyor, bir sigara daha yakıyorum. Yorgunum, uykusuzum, üşüyorum ama hala belli belirsiz gülümsüyorum. Bir sene önce üzerinde tekne figürü olan bir doğumgünü pastasını üflüyordum. Daha bir sene bile olmamış hatta… Oysa şimdi fırtınasıyla, dört bir taraftan sızan yağmur sularıyla, tam da tir tir titrerken bitiveren webasto’nun mazotuyla… bir düşü yaşıyorum. Üşüyorum, yoruluyorum ama gülümsüyorum. Hiç bir şey keyfimi kaçıramıyor.

Sabahın beşbuçuğunda Louis Armstrong düşüyor aklıma, polar battaniyenin altında kıvrılıp ısınmaya çalışırken bir yandan da mırıldanıyorum birlikte… What a wonderful world!